Sadat-ı Nakşibend-i
Çok Okunuyor

Ubeydullah-ı Ahrar

Mektebe gider gelirdim. Gönlüm daima Allahü Teala ile idi. Bir an onu unutmam, bir an ondan gafil olmazdım. Herkesi de kendim gibi sanırdım.

Ubeydullah-ı Ahrar

Adı: Ubeydullah bin Mahmud b. Şihabuddin.
H. 806 yılında Taşkent’in Bağistan köyünde dünyaya geldiler. 89 yıl yaşadılar.
Annesinin nifas halinde bulunduğu müddet zarfında sütünü emmemiştir. Nifas müddeti bitip, gusül ettikten sonra sütünü emmeye başlamıştır.

Hace Muhammed Baki’yi Bağdadî’nin değerli evladındandır. Temiz anneleri Ömer-i Bağıstanî evladındandır. Şeyh Ömer hazretlerinin nesebi ise, on altı yasıta (batın) ile Abdullah bin Ömer bin Hattab’a (R.A) varır.
Babaları Hace Mahmud Şaşî hazretleri, kendi zamanında tarikat ve hakikat yolunu gösteren büyük bir zat idi.
En küçük yaşlarında bile dilinden Allah kelimesi düşmez ve düşüncesi hep Allahü Teala idi. Kendileri buyuruyor:

“Mektebe gider gelirdim. Gönlüm daima Allahü Teala ile idi. Bir an onu unutmam, bir an ondan gafil olmazdım. Herkesi de kendim gibi sanırdım. Soğuk bir kış günü kırdan geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmağa çalışırken eteğimi de kaptırdım. O sırada bana bir gaflet arız oldu. Bu işle uğraşırken Allahü Teala’yı anmaktan uzaklaştığım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç çift sürüyordu. ‘Bak, şu genç bunca eziyet içinde Allah’ı düşünüyor da, sen, ayağım çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden onu nasıl unutursun?’ deyip, kendime çattım. Ve hüngür hüngür ağlamağa başladım. Ben o zaman, herkesi kendim gibi sanıyor ve her an Allah’ı anmakta biliyordum. Büluğ yaşına erişinceye kadar Allah’tan gafiller bulunduğunu anlayamamıştım. Zannediyordum ki, Allahü Teala herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yaratmıştır. Sonradan anladım ki, Allahü Teala’dan gafil olmamak, yalnız bazı kullara mahsus İlahi bir inayet imiş. Ancak riyazet ve nefs mücadelesiyle elde edilebilir, hatta bazılarınca bununla bile elde edilmez bir keyfiyet imiş.

İlgili Makaleler

Kendileri anlatıyor: Çocukluğumda rüyada kendimi şeyh Ebubekir-ı Şaçînin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde İsa (A.S) vardı. Hemen ayaklarına düştüm. Elleri ile başımı kaldırıp: “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” buyurdu. Rüyayı anlattıklarım, tıp İlmi ile tabir ettiler. Yani tıp ilminden nasibim olacağnıı söylediler. Ben bu tabire razı değildim. Tabirim şuydu: İsa (A.S) ölüleri dirilten bir peygamberdir. Evliyadan ihya sıfatına mazhar büyüklere de “Isevi meşreb” denilirdi. Madem ki, İsa (A.S) bu fakirin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalpleri ihya sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra Allahü Teala bana öyle bir halet ve kuvvet bahşetti ki, bende o mana kemaliyle zuhura geldi. Vasıtamızla nice ölü kalpler, gaflet karanlığından şuhud ve huzur ışığına çıktılar.

Kendileri anlatıyor: Halimin başlangıcından rüyada kainatın efendisini gördüm. Gayet yüksek bir dağın eteğinden eshabı ile topluluk halindeydiler. Beni görünce, elleri ile işaret edip yaklaşmamı,ihtar ettiler ve buyurdular: “Beni bu dağın başına çıkar!” Ben de kendilerini omuzlarıma alıp dağın tepesine çıkardım. Buyurdular: “Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım.”

Hace hazretleri 22 yaşında iken, dayıları hace îbrahim, kendilerini ilim tahsili için Taşkent’den Semerkant’a gönderdi. Hace hazretlerinin batını oluşları, zahiri tahsil ile mani olup bu yüzden “Hacegan” azizlerinin sohbetlerine can atar ve iki yıl müddetle Maveraünnehr ulularının meclislerini dolaşır, 24 yaşında Herat’a gider. Beş yıl kadar da Herat şeyhleri ile sohbet edip 29 yaşında asli vatanlarına döner. Ondan sonra helal rızk elde etmek için ziraat ile meşgul olur. Ve bir adamla ortaklaşa iş görürler. Az zamanda Allah, mahsullerine öyle bereket verir ki idarede güçlük çekip, yerlerine vekil tayin ederler. Hace hazretlerinin bin üç yüzden çok tarlası vardı. Tarlalarından “Cuyibar” ismini taşıyan yalnız bir tanesinde üç bin işçi çalışırdı. Her sene sekiz yüz bin batman zahire öşr verirdi. 0 zaman hükümdar sultan Ahmed Mirza idi.

Kendileri buyuruyorlar: “Hak Teala hazretleri benim malıma o kadar bir bereket ihsan buyurmuştur ki, her harmanda ambara bin batman buğdayım giriyor, ambardan çıktığı vakit bin dört yüz veya bin beş yüz batman oluyor.

Buyurdular: “Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yolda götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim.

Hace hazretleri tenhada ve kalabalıkta, zahiri ve batıni edebe son derece riayet ederlerdi. Reşahat sahibi anlatır. Bu fakir, Hace hazretlerinin gece ve gündüz hizmetlerine devam ederken, ilk defasında dört, ikinci defasında sekiz ay, bir defa bile esnediklerine şahit olmadım. Öksürük veya benzeri sebeplerle de, ağızlarından bir şey çıkardıklarını görmedim. Sümkürdüklerini de görmedim. insanların yanında veya yalnızken, bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim.
Hizmetlerinde otuz beş yıl kalan Mevlana Ebu Said de, Hace hazretlerinin üzüm, armut, elma vesaire kabuklarını ağızlarından çıkardıklarını görmediğini söyler. Görenlere nefret ve kerahet hissi verecek hiçbir şeyin kendilerinde görülmediğini bütün yakınları doğrulamıştır. Bir gece sabaha kadar iki dizi üzerine oturup, hiç kımıldamadığını, huzurunda bulunan büyüklerden biri bildiriyor. Hizmetlerini görenlere lütuf ve teveccühleri anlatılır gibi değildi, Meşakkati kendileri yüklenip, yakınlarının rahatını kendi istirahatlarına tercih ederlerdi.

Semerkand alimlerinden hace Fadlullah der ki: Biz hazreti Hace Ubeydullah’ın (K.S) batıni üstünlüklerini anlayamayız. Şu kadar biliriz ki, kendileri zahiri ilimlerden az okumuşlardır. Böyleyken Beydavi tefsirinden bize öyle sualler sormuşlardır ki, cevabında aciz kalmışızdır.
Bir gün bir misafir yanlarına geliyor. Bu zat, alim olan Mevlana AIi Tusi’dir ama zahir alimi. Kendilerine buyuruyorlar ki: “Sizin yanınızda bizim konuşmamız edep hatası olur, siz konuşun biz dinleyelim.” Ve Mevlana Ali cevap veriyor: “Feyiz kaynağından vasıtasız söz gelen bir huzurda, asıl bizim söz söylememiz edepsizliktir.”

Kendileri anlatıyor: “Ömrümce, Seyyid Kasım Tebrizi hazretlerinden ulu bir kimse görmedim. Zamanın şeyhlerinden gittiğim her fertden bana bir nisbet hasıl oluyor, fakat bu nisbet tez geçiyordu.Yahud o nisbeti ben bırakıyordum. Fakat Seyyid hazretlerinden öyle bir tesir aldım ki, onu elden bırakmak, mümkün değil. Huzurlarına her gidişte görürdüm ki, bütün kainat, dairedeki merkez misali, onun etrafını dolanıyor ve onda yokluğa karışıyordu. Seyyid hazretleri, hace Behaeddin Nakşibend hazretlerinin meclisinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almışlar. Anlaşıldığına göre “Hacegan” yolundaydılar.

Kendilerinin bir kapıcısı vardı ki, kimse ondan izinsiz huzurlarına giremezdi. Kapıcılarına şöyle tembih etmişlerdi:

-“Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse ona mani olma! Bırak istediği zaman beni görsün!” Bu misilsiz teveccühlerine nail olmak şerefiyle her gün seyyid hazretlerinin eşiğine varırdım. Böyleyken huzurlarına ancak bir kaç günde bir çıkardım. Seyyid’in müritleri bu halime hayret ederler ve bana izin verildiği halde huzurlarına niçin her gün çıkmadığımı anlayamazlardı. Seyyid hazretlerinin meclisleri gayet lezzetliydi. însan bu meclisten ayrılmak istemezdi. Meclislerin dağılma vakti gelince de kendileri işaret verirler ve müritlerini çekilmeye davet ederlerdi. Beni hiç bir vakit huzurlarından kaldırmamışlardı. Başta bana sormuşlardı: “Babu! senin adın nedir?” Yakınlarına “Babu!” diye hitap ederlerdi. İsmimin “Ubeydullah” olduğunu söylemiştim. “İsminin manasını gerçekleştir!” buyurmuşlardı.
Kendileri anlatıyor: Bir gün Seyyid hazretleri bana dediler ki:

-“Babu! Bilir misin, devrimizde hikmet ve hakikat niçin az zahir oluyor? Çünkü bu devirde batın tasfiyesi pek az insanda kalmıştır. Kemal, batın tasfîyesindedir, batın tasfiyesi ise helal lokma yemekle mümkündür. Bu devirde helal lokma pek azdır. Batını tasfiye görmüş ihsan ise yok gibi bir şey. Nasıl istersin ki, böylelerinde ilahi esrar tecelli etsin?”
Sonra kendi haklarında şunları söylediler:

-“Elimin tuttuğu zamanlarda takke diker ve onunla geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra babamdan kalma kütüphaneyi satarak ticaret sermayesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım.”

Buyurdular: îkindi vaktinden sonra öyle bir vakit vardır ki, onda amellerin en iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhasebedir. Muhasebe, gece ve gündüzün bütün saatleri içinde, insanın, yaptıklarını gözden geçirmesi, ibadet ve günahtan payına düşenleri ayıklaması, iyiliklerine şükür, kötülüklerinden de istiğfar etmesidir. Amellerin en İyisi de, Allah’ın gayrından usanıp kendisini ona bağlayacak bir kılavuz arama yolunda davranmaktır. Bir büyüğün sohbetine ermeye çalışmaktır.

Buyurdular: “Allah’ın belalarına karşı sabırlı, hatta hamd edici olmalıdır. Zira Allah’ın (CC) birbirinden acı belaları vardır.”

Bu mürşidin bütün işleri sultanlarla uğraşmak idi, ona o vazife verilmişti.

Şöyle buyurdular: “Eğer ben şeyhlik etseydim, asrımda hiçbir şeyh mürit bulamazdı. Lakin bizim işimiz; Müslümanları zalimlerin kötülüğünden saklamak olduğundan, sultanlarla temas ve onları şeriata yöneltmek, bize vazife olarak verildi”

Buyurdular: “Gönül Allah’tan (CC) başkasına tutulmasından kurtulduğu an, hakikate visal ve görme zamanıdır.”

Buyurdular: “Uyanıklığın muhafazasında şöyle olunması gerekir; Nefesin giriş ve çıkışına vakıf olunacak.”

Buyurdular: “Eğer Şekavetin (asilik, günahkarlık), ne olduğunu, sorarlarsa; kendi varlığına tutulmak, hakktan geri kalmaktır.

Eğer Vasıl (ulaşma), nedir? diye sorarlarsa; de ki, hakkın varlığının nuru göründüğünde insanın kendini unutmasıdır. Eğer Fasıl (ayrılık) nedir? diye sorarlarsa, de kİ; Allah’tan (c c) gayrısından (masivadan) gönlü ayırmaktır. Eğer Sekr (sarhoşluk) nedir? diye sorarlarsa, de ki; gönüle öyle bir hal zahir olur ki, bu halden önce gizli tutulması icabeden şeyi, gizlemeye gücün olmamasıdır.”

Buyurdular ki: “Hakikatte murakabe, intizardır. Tarikatta seyrin nihayeti, bu intizarın hasıl olmasından ibarettir.”
H. 895 yılında Semerkant’ta vefat ettiler.
Mübarek; uzun boylu, esmer, güler yüzlü sakalı gür ve beyazdı.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu