Çileden Çıkmak
Şekli ve müddeti ne olursa olsun, neticede “çile” nefsi alıştığı ve hoşlandığı şeylerden mahrum bırakarak terbiye etmek, kalbin tezkiyesi için çaba göstermektir ki, tarikatlerin varlık sebebi budur. Şu halde “çileden çıkmak”, nefse mağlûp olmak, pişmeye tahammül edememek, “yoldan çıkmak”tır. Tabirin bugün olduğu gibi eskiden de aynı zamanda “tehevvüre kapılma” manâsı taşıması, “öfkelenme”nin bu bozgun, hamlık yahut kaçışın alâmeti olarak görülmesindendir.
Bizim kültürümüzün zeminini de çerçevesini de tasavvuf tayin etmiştir. Kültürün diğer unsurlarında olduğu gibi, bir asırdır süren imhâ çabalarına rağmen, dilde de tasavvuf kokusunu almak hâlâ mümkün. Esasen bizim dil üzerinde bu kadar ısrar etmemizdeki yegâne maksat, şerefli bir medeniyete menbâ’ olan bu kültürel zemine dikkat çekmek. Farkında olmadan kullandığımız öyle kelimeler, öyle tabirler var ki, izâhı sayfalar tutacak ma’şerî bir kabûlü, irfânî bir hakîkati, asil bir duruşu hülâsa eyler.
Meselâ, “çileden çıkmak” tabirinin “çok öfkelenmek, kendini kaybedecek derecede gazâba gelmek” manâsına kullanıldığı ve bu hâlin her şeye rağmen bir kusur, bir zaaf sayıldığı herkesçe bilinir. Fakat tabirin tasavvufla alâkasını fark edip, nasıl bir anlayışı barındırdığını düşünenlerin sayısı pek fazla olmasa gerek.
Vara yoğa öfkelenen derviş olamaz
“Çile”nin aslı Farsça’da “kırk” sayısını ifade eden “çihil” kelimesidir ve bazı tarikatlerdeki “riyâzet usûlü” manâsına terimleşmiştir. Çile (çihle) denmesinin sebebi, riyazet müddetinin kırk gün olması gerektiği kanaatidir. Nitekim Arapça “kırk” manâsına gelen “erbaîn” kelimesi de aynı maksatla “erbaîne girmek” yahut “erbaîn çıkarmak” gibi tabirlerde kullanılır.
Kırk sayısını, Hz. Musa’nın vahy almak için kırk gece Tûr’da insanlardan uzak, ibâdet ve taatle meşgûl olmasına (A’râf: 142); “Hz. Âdem’in çamurunun kırk gün yoğurulduğu”na yahut “Kırk gününü ihlâsla ibâdet ederek geçiren kimsenin kalbinden lisânına hikmet pınarlarının çıkarılacağı”na dair Hadîs-i Şerîflere, Efendimiz s.a.v.’in kırk yaşında nübüvvete mahzar olmasına bağlayan rivâyetler vardır.
Böyle olabilmek yanında, başka sahalarda da kırk sayısının yaygınlığı ve bunun çok kesin olmayan bir çokluğu ifade için kullanıldığı hesaba katılmalıdır. Nitekim “çile” yahut “erbaîn çıkarmak”, adı bu olsa dahi, her zaman kırk günden ibâret değildir. Terimin hususen kullanıldığı Mevlevilik’te “çile” bin bir gündür ve uzletten ziyâde dergâhta hizmet iledir.
Hizmet yanında halvet ve sohbet ile de çile çıkarılabildiği halde, i’tikaf sünnetine ve Hz. İbrâhim zamanındaki Haniflerin tefessüh etmiş cemiyetlerinden uzaklaşarak ıssız yerlerde riyâzetle meşgûl olmasına atıfta bulunulması sebebiyledir ki çile, daha ziyâde husûsî bir “uzlet” şeklinde anlaşılmaktadır. Belli bir müddet halktan uzaklaşan derviş, bu zaman içerisinde meşrû’ bile olsa nefsânî arzularına gem vurarak mânen olgunlaşmaya çalışır. Külfetli bir iştir. Bundan dolayı “çile”, bilâhare “mihnet” ve “meşakkat” manâsını kazanmıştır ki, elan da bu manâsıyla bilinir.
Nakşîlikte halvet yerine sohbet, uzlet yerine de hizmet tercih edilir. Husûsî manâsıyla çile veya erbaîn yoktur. “El kârda, gönül yârda” prensibi esastır. Yani gündelik maişetle uğraşırken, halkın içinde bulunurkan, ihvâna hizmet ederken de kalben Allah ile olunmalıdır. Bu böyledir diye yol bilmeyenlerin çile ile alâkalı bühtanlarına itibar edip ağyârı sevindirmek gerekmez. Mübâlâğalı bir çilecilik, nefse eziyet ve dünya nimetlerine büsbütün sırt çevirmek, zaten tasavvuf ulularının râzı olduğu haller değildir. Ammâ âşıkın tasarrufuna da ta’n etmek olmaz. Her ne ise, meselenin bu tarafı şimdilik bizim mevzûumuzun dışında…
Şekli ve müddeti ne olursa olsun, neticede “çile” nefsi alıştığı ve hoşlandığı şeylerden mahrum bırakarak terbiye etmek, kalbin tezkiyesi için çaba göstermektir ki, tarikatlerin varlık sebebi budur. Şu halde “çileden çıkmak”, nefse mağlûp olmak, pişmeye tahammül edememek, “yoldan çıkmak”tır. Tabirin bugün olduğu gibi eskiden de aynı zamanda “tehevvüre kapılma” manâsı taşıması, “öfkelenme”nin bu bozgun, hamlık yahut kaçışın alâmeti olarak görülmesindendir. Demek ki “öfke” nefsin galebesinin ilk ve mühim işaretidir. Yunus’un dediği gibi, “Vara yoğa kakıyan (öfkelenen), derviş olamaz”.
[highlight color=”red”]Peki, öfkelenmemek mümkün müdür?[/highlight]Derviş yiğidin hasıdır
“Gazap” manâsına öfke veya hiddet fıtrîdir. Hiddetlenmeye yol açtığı için “gazap”la zaman zaman karıştırılan ve “kin” yahut “hınç” demek olan “gayz” ise arızîdir. Bu sebeple tasavvuf, gayz’ın izâlesini, gazab’ın ise ifrat ve tefritinden sakındırıp mu’tedil bir his olarak kontrolünü esas alır. Gazabın ifratı tehevvür, tefriti cübn, yani korkaklıktır; red ve zemmedilmiştir. Mu’tedil olan gazap hâline “hamiyyet” veya “şecâat” derler. Gayza istinat etmemesi, zilletten kurtulmaya vesile yapılması şartıyla müsâmaha ile karşılanmıştır. Buna rağmen “hilm” ile muâmele her zaman hamiyyetten üstün tutulmuştur.
Bu çerçevede “öfkelenmemek”; tehevvür derecesinde hiddete kapılmamak, öfkesine mağlûp olmamak, gayzını gazaba çevirmemek demektir. İfrat derecesindeki gazap hâli muvakkat bir deliliktir. Kalp atışı hızlanır; kan, tazyikini artırıp beyne hücûm eder, aklın normal işleyiş düzeni bozulur. Sebep ne olursa olsun bu halde iken hüküm vermek, söz söylemek, başka herhangi bir fiile yeltenmek doğru değildir.
Nitekim sonu hep pişmanlıktır. İşin zorluğu da bu hâl içerisinde iken yahut bu hâle rağmen insanın kendine hâkim olabilmesindedir. Nefsin en zorlu olduğu ândır. Onun için Peygamberimiz s.a.v. “Hakikî pehlivan, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” buyurmuştur.
Öyleyse “çileden çıkmayan”, yani terbiye ve tezkiyede berdevâm olan sâlik hakîkî pehlivandır, yiğidin hasıdır. Öyleyse boşuna derviş’e “fetâ”, tasavvuf’a “fütüvvet” denilmemiştir.
Yeniden seyyid olabilmek
Arapça “fetâ” kelmesi “genç, delikanlı” demektir. Bunun lâzımı olarak “yiğit, cesur, pehlivan” manâlarına da kullanılır. “Fetâ”dan türetilen ve “gençlik, yiğitlik, mertlik” manâsına gelen “fütüvvet” bizde daha çok bilinir. Fütüvvet tasavvufta ahlâk-ı hamîdeden addedilmiş; merhametle muâmelede bulunmak, cömertlik ve diğerkâmlık olarak anlaşılmıştır. Bu manâ genişlemesi bizim medeniyetimizdeki “yiğit” telâkkisini verdiği için mühimdir.
Avam, yiğitliği umumiyetle öfke, hışım, kıyıcılık ve kaba kuvvet olarak anlar; yiğitlik ile merhametin bir arada olamayacağını düşünür. Halbuki birçok dilde olduğu gibi Türkçede de korkaklar “yüreksiz”, merhametsizler de “kalpsiz”dir. Cesaret ve yiğitlik ile şefkat, merhamet ve aşk’ın menşei aynıdır. Dünyanın en zâlim insanları aynı zamanda dünyanın en korkak, en bencil insanlarıdır. Efendimiz s.a.v.’in yiğitlik tarifi sadece bir teşvik değil, böyle bir hakîkatin de tesbitidir.
Kuşeyrî Risâlesi’nde, Kur’ân-ı Kerîm’in putları parçalayan Hz. İbrâhim’den “fetâ” diye söz etmesinden hareketle (Enbiyâ, 58-60), “Fetâ, putu kıran kimsedir. Bir kimsenin nefsi onun putudur. Hakikî fetâ, nefsinin hevâ ve hevesine muhalefet eden kimsedir.” izâhı yapılmıştır. Fazlaca hiddetlenmek, çileden çıkmak, nefs putunun tasallutuna işarettir. Tehevvürde kibir vardır, bencillik vardır, muhatabı küçümseme vardır ve bütün bunlar nefs-i emmârenin alâmetleridir.
Sözün başında medeniyetten dem vurmuştuk; boşuna değildi. Velev şecaat yahut hamiyyet kıvamında olsun, gazap ile medeniyet inşa edildiği vâki’ değildir. Bizim medeniyetimizin temelinde “hilm” vardır; “hilm”in bir manâsı da “medenîlik”tir. Çile çıkarmaya tahammül ettiğimiz, çileden çıkmamaya azamî itina gösterdiğimiz, halîm-selîm insanlar olarak yetiştirildiğimiz devirlerde bu sebeple her birimiz birer “seyyid” idik. Seyyid, “efendi” manâsına gelir. Tıpkı “efendi” kelimesi gibi hem hükmetme mevkiinde bulunulduğunu, hem kibarlığı ifade eder. “Hiddeti gaalib olmayan sultan” demektir. Âlicenablığı, cömertliği, yumuşaklığı ile tâbi’lerini râm eder; gücü yettiği halde şiddetten kaçınır.
“Seyyid’ül-Mürselîn”in ümmetine öfke yakışmaz.
Ali YURTGEZEN
Çileden Çıkmak