Semerkand Dergisi

Zikir Hali

Zikir Hali

Tasavvuf, Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye sımsıkı sarılmaktır. Derviş her halini, her anını, hayatın her alanını Allah ve Rasulü’nün çizdiği çizgide yaşamaya gayret eder. Kur’an ve Sünnet’e uyma konusunda Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Biz Allah’ın lütfu ile her ne elde ettiysek, Kur’an ve Sünnet üzere amel etmekle elde etmişizdir. Amellerden bir netice alabilmek için, takva ve Şeriat kaidelerine riayet etmek, azimete sarılmak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat düsturuyla amel etmek ve bid’atlar-dan kaçınmak lazımdır.”
Tasavvufun maksadı, kişiye her an Allah’ın kendisini gördüğü bilincini vermektir. Bu sebeple sâlik için nefes kontrolünün önemi vurgulanır. Gaflete düşmemek ve her nefeste Allah’ı hatırlamak gerektiğini Şah-ı Nakşibend k.s hazretleri şöyle açıklar:

“Bu yol nefes üzerine bina edilmiştir. Bu sebeple nefesini alıp verirken, (zikr-i daim ile) çok iyi muhafaza etmelisin. Hatta iki nefes arasını bile muhafaza etmelisin.”

İlgili Makaleler

Dünya hayatı bir koşturmacadan ibaret. İnsanoğlu ihtiyaçları ve vazifeleri gereği bir takım meşguliyetlerle karşı karşıya. Dolayısıyla az veya çok, muhakkak diğer insanlarla irtibat halinde. Gaflet dediğimiz kişinin Allah’ı unutması hali, bir nevi kalbin bu koşuşturmaya yenik düşmesidir. Halbuki Allah dostları çarşı ve pazardayken de gafletten korunmanın yolunu açıklamıştır.

Halk içinde Hak ile olmak manasına gelen “Halvet der encümen” düsturunun nasıl olması gerektiği Şah-ı Nakşibend k.s. hazretlerine sorulduğunda şöyle cevap verir:

– Bu, zahirde halk ile ülfet eden, bâtında ise devamlı Hak Tealâ ile meşgul olan; halk ile ülfeti kendisini Hak Teala’nın zikir ve tefekküründen alıkoymayan kişiye nasip olur.
– Böyle bir şey mümkün müdür, diye sorulduğunda ise Şah-ı Nakşibend, Nur suresinin 37. ayeti kerimesiyle cevap verir:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir.”

Kişinin en kıymetli hazinesi vaktidir. Çünkü geçen bir anı geri getirme imkânı yoktur. Bu sebeple “vakit keskin kılıç gibidir” denir. Gafletle veya gereksiz işlerle kaybedilen zamanlar, geri gelmeyeceği için zarardır.
Tasavvufta çok önemli meselelerden biri de dervişin her anının değerini bilmesi ve vaktin gereğince amel etmesi konusudur. “Vukûf-i zamanî” denen ve yaşadığı anın farkında olmak şeklinde açıklanan tasavvufî düstur hakkında Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri şöyle buyurur:
“Vukûf-i zamanî, salikin her zaman hallerine vâkıf olmasıdır. Eğer içinde bulunduğu zamanda işlediği amelleri şükretmeyi gerektiyorsa sükretmeli, tövbeyi gerektiriyorsa tövbe etmelidir.”

Akla gelen her türlü aşırılık ve sapkınlıklardan uzak durmak, dosdoğru ve adaletli olmak anlamına gelen “istikamet”, Allah ve Rasulü’nün razı olduğu şekilde yaşamaktan ibarettir. İstikamet, kişinin niyet, söz ve işlerinde ortaya çıkar. Öncelikle niyet sağlam olmalıdır. Yani derviş, her işini Allah için yapmalıdır. Niyeti sahih olmayan kişinin sözü de sahih olmaz. Sözünde istikamet sahibi olmayan kişinin işleri de Allah’ın razı olmadığı işlere döner.

Kısacası istikamet, kişinin her halinde Allah’a yönelmesi, doğruluk ve dürüstlük üzere olması, işlerinde adaletten sapmaması ve günahlardan uzak durmasıdır. İstikametin önemini vurgulamak için Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri şöyle buyurur:

“Olağanüstü olayların ve kerametlerin ortaya çıkmasına fazla meyletmemek gerekir. Esas marifet istikamet üzere olmaktır.”

Tevazu, kişinin kendisini’ başkalarından aşağı görmesidir. Kibrin karşıtıdır; başkalarını aşağılayıcı ve küçük görücü hallerden uzak durmaktır da diyebiliriz. Tasavvuf ehli, kişinin hakka davet edildiği zaman onu kabul etmesi, reddetmemesi ve nefsini hiçbir müslü-manın nefsinin üstünde görmemesini tevazu alameti olarak saymışlardır. Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri de bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Bu yüce tarikatta sülûk edenlerin en kârlısı, tam bir niyaz, tevazu ve tazarru halinde yaşayıp, yüksek himmet sahibi olanlardır. Bizi bu kapıdan geçirdiler. Ne bulduysam niyaz, mahviyet, hiçlik ve yoklukta buldum.”

Anmak, hatırlamak anlamına gelen zikir; Allah’ı unutmamak ve gafletten uzak durmak demektir. Tasavvufun gayesi, dervişe, “ihsan” dediğimiz her an Allah’la beraber olma halini kazandırmaktır. Bu hali kazanmak için vird adı verilen ve belli bir sayıda yapılan zikirlerin önemi son derece büyüktür.

Zikrin hakikati ise, zikir halindeyken zikredilen şeyin dışındaki her şeyi unutmaktır. Bu konuda Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri:

“Zikrin hakikati, gaflet meydanından müşahede fezasına çıkmaktır.” buyurmaktadır.

Bu sözle zikrin tüm kalbi sarması ve sadece dilde kalmaması gerektiğini hatırlatan Şah-ı Nakşibend k.s.; “Zikir, gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde sussan bile zikir halinde olursun.” diyerek susma halinin bile, bir makamdan sonra, zikre dahil olduğunun altını çizmektedir.

Yine Şah-ı Nakşibend k.s. hazretleri; “Zikirden maksat yalnızca Allah’ ve ‘Lâ ilahe illallah’ demek değildir. Belki sebepten müsebbibe; yani sebeplerden sebepleri yaratan Allah’a gitmek ve nimetlerin müsebbib-den yani Allah’tan geldiğini görmektir.” buyurmuştur.

Semerkand Dergisi

Facebook sayfamız Twitter sayfamız

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu