Semerkand Dergisi
Çok Okunuyor

Hak Yolunda Yanlış Adımlar

Hak Yolunda Yanlış Adımlar

İslâm adına ortaya çıkan hiçbir şeyin İslâm inancına aykırılığı düşünülemez. Bir anlayış, bir uygulama eğer İslâm’ın esaslarıyla ya da hükümleriyle çelişiyorsa islâmî değildir. Ne kadar aksi iddia edilirse edilsin.

Burada esaslar ve hükümler derken, Ehl-i Sünnet‘e uygun anlayış ve uygulamadan söz ediyoruz.

İnsanlar sosyal, ekonomik, kültürel pek çok yapılar kurabilir, kurulu bir yapıya dahil olabilir. Bunlara göre pek çok anlayış ve uygulama söz konusu olabilir. Ama bu yapıların “islâmîlik” etiketi taşıması için tek şart vardır, o da İslâm’a uygun olması. Bunun “biraz öyle biraz böyle” bir hali de olmaz. Çünkü islâmîlik etiketi o yapıyı şahıslardan öte bir mensubiyetle, Allah’ın dini ile ilişkilendirmektedir.

İlgili Makaleler

Bu bağlamda tasavvufun, tasavvufî usul ve uygulamaların, ehl-i tarik kişilerin söz ve davranışlarının, mürşit-mürit ilişkilerinin hiçbiri bu zorunluluktan muaf değildir.

Yol doğru ama

Tasavvuf kurumu tarih boyunca pek çok tartışmanın konusu olmakla birlikte, zaman içinde doğrusu yanlışı ortaya çıkmış, islâmi olanla olmayan ayrışmıştır. Bu noktada özellikle medreseler önemli bir denge unsuru olmuş, tasavvuf üzerinden bid’at ve hurafelerin yaygınlaşmasının önünü almıştır.

Artık tasavvuf dediğimizde dinin hükümler bütününün (Şeriat-ı Garra) dışında ya da ötesinde bir yapıdan değil, bu hükümlerin içselleştirilerek, hayata katılarak yaşanmasından söz ediyoruz.

Fakat bir adı da “Bilgi Çağı” olan zamanımızın dinî konulardaki cehaleti tasavvuf yolunda olmak isteyenleri de önemli ölçüde etkilemiş bulunuyor.

Yukarıda dediğimiz gibi, İslâm’ın hükümlerini içselleştirerek, hayata katarak yaşamak demek olan tasavvuf adı altında, hiçbir akıl ve izan sahibi müslümanın kabul edemeyeceği İslâm dışı söz ve davranışlar ortaya çıkmaktadır. Buna müritlik, manevi derinlik gibi şık isimler verilse de ne muteber tasavvuf kitaplarımızda ne de tasavvuf büyüklerinin tariflerinde böyle bir müritlik ve manevi hal geçmemektedir.

Tekrar belirtelim: Tasavvuf, İslâm dışı söz ve davranışların mazur görüldüğü, kuralların esnetildiği bir alan değildir. Aksine İslâm’ın belirlediği çerçeve içinde teslimiyet ve itaatin sıkı sıkıya muhafaza edilmesi amacıyla var olan bir kurumdur.

Nasıl anlamalıyız?

Alimlerimiz tasavvufu kendi tecrübe, bilgi ve hallerine göre farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Bunlar genellikle güzel ahlâka vurgu yapan, kötü ahlâktan uzaklaşmayı öne alan tariflerdir. Mesela “güzel ahlâktır, tamamen edepten ibarettir” denmiştir. Bir diğer tarif “gereksiz işleri terk etmek, emeli bırakıp amele devam etmek” şeklindedir, “Hakk’a boyun eğmek, nefsin zevklerini terk etmek” denilmiştir.

Bütün bu tarifler doğrudur ve hepsinin ortak noktası İslâm ahlâkını hakkıyla yaşama gayesine vurgu yapmasıdır. Çünkü İslâm’ı kâmilen yaşayabilmek için ahlâkın güzelleşmiş olması büyük önem taşır. Tasavvufun hal ve düşünce odaklı pek çok başka tarifi de vardır.

Biz burada kolay anlaşılabilmesi bakımından ve bugün için uygulama yönüyle daha öne çıktığından ahlâkla ilişkili bu birkaç tarifle yetinelim. Muhasibî’den İmam Şa’ranî’ye, İmam Rabbanî’den Mevlâna Halid’e kadar (Allah hepsinin sırrını mukaddes kılsın) bütün tasavvuf büyükleri tasavvufun hakiki bir müslüman olma dışında bir maksadını bildirmemişlerdir.

Bir mürşide bağlanmak

Yine herkesin birleştiği bir nokta da bu işin tek başına, kendi aklınca veya hissiyatınca olamayacağıdır. Tasavvuftan faydalanmak isteyenlerin, bu yolda kemalâta ermiş bir rehber seçip onun denetiminde eğitimini sürdürmesi gerekmektedir. Bir mürşidi rehber olarak seçmek, sevgi ve saygıyla bağlanıp ona teslim olmak, onu takip etmek, tasavvufun en temel usulüdür.

Temel olarak taşıdığı önem, bir mürşide bağlanırken ve bağlandıktan sonraki edebi de önemli hale getirir. Mürşide tabi olduktan sonra dikkat edilmesi gerekenleri bilip ona göre hareket edilirse fayda görülebilir. Mürşit kimdir, mürşide teslimiyet ve muhabbetin ölçülerini nedir, bu bakımdan son derece önemli sorulardır.

Tasavvuf yoluna doğru bir giriş yapmak, sonrasında dinin ölçüleri içerisinde manevi terbiye ve terakki için neyin ne olduğunun bilinmesi gerekir.

Tasavvufa duyulan ihtiyaç

Bilindiği gibi Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in ve Ashabının (Allah onlardan razı olsun) ayrılışından sonra Saadet Devri‘nin anlayış ve yaşayışını tam olarak devam ettirmede bazı sıkıntılar ortaya çıkmıştır. Özellikle yeni müslüman olan toplumların gelenek ve görenekleri, çeşitli felsefi ve siyasi akımlar, fetihler sonucunda zenginlik ve refahın artması bu sıkıntıların önde gelen sebebidir.

Bir açıdan günümüzle benzerlik arz eden bu durum karşısında Tabiînden (Sahabe’den sonraki nesilden) takva sahibi zatlar, Asr-ı Saadet’in o muhabbetli islâmî yaşantısını tekrar canlandırabilmek için çalışmışlardır.

Kulluk vazifelerini daha doğru ve şevkle yapmaları için özen göstermeye teşvik etmişler, Allah’a kulluğun manevi hazzını hissetmeleri için usuller geliştirmişlerdir. Bunu yaparken Asr-ı Saadet’teki anlayıştan hiç sapmamış, Allah Rasulü s.a.v. ve Ashabı’nın yolunda yürüyüp daima onları rehber edinmişlerdir.

Tasavvuf, bu büyük zatların gösterdikleri gayretin sonucunda, Allah yolunda olabilmenin, İslâm’ı doğru olarak ve muhabbetle yaşamanın bir usulü olarak ortaya çıkmıştır. 14 asır boyunca takva sahibi zatların elinde gelişimini devam ettirmiş, dinini yaşamak isteyenlere büyük bir güç ve motivasyon kaynağı olmuştur.

Önce sahih iman

Tasavvuf, içerisinde bir aşk ve şevk halini de barındırdığı için, bu yolda yürüyen insanların, itikat ve amel açısından İslâm’a aykırı düşmemeleri ve şer’î hükümlerle çelişmemeleri için daha dikkatli olmaları gerekmiştir. Gündelik hallerde bile şevk ve heyecanın insana sıra dışı şeyler söylettiği veya yaptırdığı dikkate alınırsa, bu durum daha kolay anlaşılır.

Aynı şekilde zaman zaman tasavvufî yaşantısı olan insanlarda anlaşılması, ifade edilmesi kolay olmayan haller tezahür etmiştir. Zahir ulemanın çok büyük kısmı bu söz ve halleri kişinin samimiyetine bağlı vecd ve istiğrak halinin bir yansıması olarak görüp anlayışla karşılamıştır.

Fakat burada temel ölçü samimiyettir. Yani “hal ehli” olmadan sözde veya davranışlarda sıradışı şeyler varsa, bu en hafifiyle riya ve yalancılık sayılmış, sözün derecesine göre tevbe edip iman tazelemeye davet edilmiştir.  Tasavvufun insanın iç dünyasına, duygularına da hitap etmesi sebebiyle vecd, cezbe, istiğrak gibi haller devam edecektir. Fakat tasavvufun esaslarından biri de, bu tür halleri gizleyip, muhabbet ve coşkuyu kontrol altında tutmaktır.

Diğer taraftan tasavvuf ehlinin yaşadıkları halleri kendilerince yorumlayıp yanlışa düşmemeleri için bilmeleri gerekenler vardır. Her şeyden önce sahih imanın ne olduğunun öğrenilmesi gerekir. Bu zaten “farz-ı ayn”dır. Sahih iman, Ehl-i Sünnet alimlerin bildirdiği şekilde Allah Tealâ’yı ve onun sıfatlarını, Allah Rasulü s.a.v.’i ve diğer iman esaslarını bilmek ve öylece kabul etmektir. En temel ölçü budur. Bu temel olmadan ne islâmî hayat ne tasavvufî haller inşa edilebilir.

“İkinci Bin Yılın Yenileyicisi” unvanıyla tasavvuf yolunun en büyükleri arasında olan İmam Rabbanî k.s. Hazretleri bu konuda şunları buyurmuşlardır:

Yol kesin ve açık ifadeyle üç kademelidir:
1. Önce inancın düzeltilmesi… Bu sahada kılavuzumuz Ehl-i Sünnet vel Cemaat’in bildirdikleridir. İman ve itikad tam manasıyla düzeltilmeden yapılacak, yapılabilecek hiçbir şey yoktur.

2. İnancın düzeltilmesinden sonra, İslâm’ın hükümlerine göre amel etmek…

3. Bu ikisi gerçekleştikten sonra da, bâtın yolcuları olan büyük marifet erlerinin yoluna girmek.
Çok kıymetli olan feyz, büyük kurtuluş, işte ifadesi bu kadar basit görünen bu üç kademenin birbirini takip ederek ve birbirinin içinde meydana gelmesine bağlıdır.”

Sözlerdeki tehlike

Tasavvuf ehlinin eskiden beri devam edegelen özelliklerinden biri, rumuz ve sembolleri kullanarak bir anlatım yolunu seçmeleridir. Tasavvufî metinlerde mey, meyhane, gül, bülbül, gülzar, can, ten ve benzeri birçok kelime ve deyim özel manalar atfedilerek kullanılmıştır.

Mesela sarhoşluk anlamına gelen “mest olmak” gerçek sarhoşluğu değil, ilâhi aşk ile kendinden geçmeyi ifade eder. Bunun gibi ilk anlamının İslâm’a aykırı olduğu pek çok özel ifade vardır. Fakat mecazî anlamında İslâm’a aykırılık olmadığı için kullanılmıştır.

Ancak böyle mecazî anlatımın riskleri de gözönünde bulundurularak gelişigüzel kullanımından kaçınılmıştır. Yerli yerinde kullanılmayan ifadelerle sınırların dışına çıkma tehlikesine girmektense, rumuz ve sembollerin kullanımını tasavvuf yolunun erbabı olan, dili ve anlatımı bilen zatlara bırakmak gerekir.

Önemli olan abartılı sözler, “edebiyat parçalamalar” değil, sade ve samimi sözlerdir. Zaten insanın nereye gideceğini bilmediği sözler söylemesi ayıptır.

Mesela kişilerin sevgilerini ifade etmek için normal bir sevgiliden bahseder gibi mürşitlerinden söz etmeleri yanlıştır, edebe aykırıdır. Bir de had-hudut tanımayıp mürşitlerini neredeyse peygamberlerden üstün tutma anlamına gelebilecek laflar sarf etmek ise çok daha vahim bir durumdur.

Aslında en kolay yol tam olarak bilmediğimiz konularda susmayı tercih etmektir. Susabilmek önemli bir haslettir. Büyüklerin hallerinden biridir. Kişinin bildiğini söyleyip, bilmediğinde susması İslâm ahlâkının önemli bir ilkesidir.
Hep deriz ya, “tasavvuf edepten ibarettir.”

Kişinin bilmediği konularda hüküm vermesi, gelişi güzel sözler sarf etmesi hangi edebe sığar? Mesela özellikle dinî-tasavvufî konularda “bence şöyle olmalı”, “bence bu böyle olmaz” gibi sözleri kolayca söyleyiveriyoruz. “Bence” sözü basit gibi görünse de, ortada ciddi bir birikim ve uzmanlık yoksa kişi adına büyük yanlışlara sebep olur.

Vahim hatalar

Mürşitsiz yürünmeyen tasavvuf yolunda en büyük hatalar yine mürşit konusunda yapılmaktadır. İtikadî konuları tam anlamıyla bilmeyen kişiler yanlış sözler sarfediyor ve Allah Tealâ’nın bazı sıfatlarını mürşide isnat ediyorlar. Mürşidin her şeyi bilebileceğini, kaza ve kader sınırlarına bile müdahale edebileceğini ima eden, bu çerçevede menkıbeler aktaran kişiler görülmüştür.

Bir örnek verelim. “Benim halimi mürşidim bilir..” sözünü tahlil etmek gerekir. Bu söz ile ne kastedilmiştir? Eğer mürşit bile olsa bir insanın kendiliğinden sınırsız bir haberdar oluşundan bahsediliyorsa, maksat aşılmıştır. Çünkü her şeyi mutlak anlamda bilen sadece Allah Tealâ’dır. Başka herkes, peygamberler bile eğer Allah bildirirse ve ne kadar bildirmişse onu bilebilir.

Evet, Allah Tealâ dilediği kuluna istediği bilgiyi öğretir. Tekrar belirtelim, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz bile Allah’ın bildirdiği kadarını bilebilmiştir. Öyleyse veli kullar konusunda ifrata kaçıp ‘her şeyi bilir’ demek itikadî açıdan yanlış bir sözdür. Böyle kişiyi iman dairesinin dışına çıkartabilecek kabulleniş ve sözlerden ateşten kaçar gibi kaçmak gerekir. Ayrıca evliyanın methiyelere ihtiyacı yoktur. Böyle şeyleri duysalar tevbe ve iman tazelemeye davet ederler.

Benzeri bir diğer söz de “Büyüklerimiz himmet etmedi de olmadı” tarzı ifadelerdir. Bunu da tahlil etmek gerekir. Himmet burada yardım demektir. Eğer Allah Tealâ bir kuluna manevi yardım kabiliyeti verdiyse, o kişi kendisine bahşedildiği ölçüler içinde himmet edebilir. Burada, olayın gerçekleşmemesini böyle bir itikadî zemin olmaksızın doğrudan mürşidin himmetinin olmayışına bağlamak, takdir-i ilâhiyi yok saymaya kadar varmaktadır. Bu da, Allah korusun, kişiyi bilmeden şirke düşürür.

Bir de şöyle tuhaf bir kıssa anlatılır: Azrail Aleyhisselam bir müridin ruhunu kabz eder. Bunun üzerine mürşidi meleği uyarır ve kendisinden izin almadan bunu yapamayacağını söyler. Bu ürpertici derecede yanlış, sakat bir anlatımdır. Böyle uydurmalarla dine ve tasavvufa yapılan kötülüğü düşmanlar kolay kolay yapamaz.
Bu örneklerde anlatılan şeylerin teslimiyet ve muhabbetle ne ilgisi olabilir. Hiçbir mürşit bağlılarından böyle İslâm’a aykırı abartı beklemez. Fakat kimileri sanki bağlılıklarını kanıtlamak istercesine böyle ne dediğini bilmeden yakıştırmalar yapmaktadır.

Bırakın böyle abartıları, mürşidi karşısında aşırı derecede eğilerek selamlayan kişiler açık bir şekilde uyarılmıştır. Muhabbet ve sevgi, bizim ölçüsüz tavırlar sergilememize sebep olmamalıdır.

Ölçüyü kaçırmadan

Bütün bunların sebebi cehalettir, ölçüsüzlüktür. Daha iyi, daha sadık, daha teslimiyetli mürit olmak değil. Dilaver Selvi, “Velileri Sevmede Ölçü” adlı kitabında şunları söylemektedir:

“Allah dostlarını değerlendirirken, hürmet ve edebin sınırlarını iyi bilmek gerekir. Meselenin bir yönü imanı ilgilendirmektedir. Bu ölçüler hem velileri sevenler, hem de onları tenkit edenler için gereklidir.

Çünkü sevgide ifrata gidip Allah dostlarını ilâh gibi gören veya onu peygamberden üste çıkararak putlaştıran şirke düşer, dinden çıkar.

Aynı şekilde, Allah dostlarına gereken hürmeti göstermeyip onlara hakaret eden, haklarını çiğneyen, haksız yere kalplerini inciten kimseler de Allah’ın gazabına uğrar, dinini tehlikeye sokar.

Her iki grup da haddi aşmıştır; çünkü edebi terk etmişlerdir. Birisi aşırı ölçüsüz muhabbetin, diğeri gaflet ve cehaletin kurbanı olmuştur.

Aşırı muhabbet gözü kör, kulağı sağır eder. Cehalet insana en kötü cinayetleri işletir.”

Menkıbeler güzel ama

Kimi hallere örnek olsun, ibret alınsın veya muhatabı Hak yoluna teşvik etsin diye kıssa ve menkıbelere başvurmak sık kullanılan bir usuldür. Mukaddes Kitabımızda da pek çok kıssa ve menkıbe yer alır.

Bununla birlikte hatırı sayılır miktarda yanlış unsurlar içeren bol miktarda menkıbe ve kıssa da bulunmaktadır. Pek çoğu uydurma olan bu tarz anlatımlar çok eskilerden beri vardır ve alimlerimiz tarafından “israiliyyat” diye adlandırılır.

Esas olarak bütün sözler ve anlatımlar dinimizin şaşmaz ölçülerine göre değerlendirilmelidir. Menkıbe ve kıssalarda da böyle yapılmalı, hiçbir süzgeçten geçirmeden kabul edilmemelidir. Kişinin akidesi bu noktada bir nevi filtre görevi yapacaktır. Ehl-i Sünnet akidesine ve uygulamalarına aykırı unsurlar içeren anlatımlara kimden gelirse gelsin itibar edilmemelidir.

Diğer taraftan tasavvufî hayatı sadece kıssa ve menkıbeler üzerinden öğrenmeye çalışmak, anlatılan o hallere ulaşmaya çalışmak kişiyi yanlış yollara sevk eder. Mevlâna Halid Bağdadî k.s. Hazretleri buyurur ki:

“Evliyanın bazı fiilleri birtakım hikmet ve faydalar gereği meydana gelir. Bazı velilerde meydana gelen unsurlar bu çerçevededir. Bu ve benzeri fiilleri başka bir kimse taklit etmeye ve böylece aynı işleri yapmaya kalkışırsa zındıklardan ve helak olanlardan olacağı gayet açıktır.”

Karşımıza çıkan durumlarda menkıbelerdekine benzer sonuçlarla karşılaşma beklentisine girmek, manevi haller aramak, insanı her an keramet gözler hale getirir. Bu ise hayatı sağlıklı bir şekilde algılamayı zorlaştırır ve böyle kişiler aslî vazifelerden uzaklaşırlar. Menkıbelerin okunması veya konuşulması eğlencelidir. Öğüt nasihat içeren masallar, hikâyeler gibidirler. İbret alınır, içerdiği nasihatlerden, güzel ahlâka yapılan işaretlerden faydalanılır. Fakat içeriğinde her ne ders veriyor olursa olsun, İslâm’ın gerçeklerine, özellikle itikadi konulara aykırılıklar taşıma ihtimali olanlardan uzak durulur.

İstişare ve rüyalar

Mürşidine herhangi bir iş danışan kişinin aldığı cevaba, sorduğu soruyu aşan özel bir mana yüklemesi de günümüzde yapılan hatalardandır. Mesela bir yere tayinini isteyen kişinin istişare maksadıyla ve hayra vesile olacağını düşünerek mürşidine danışması güzel ve Sünnet’e uygun bir davranıştır. Fakat daha sonra tayin edildiği yere

“Ben buraya işaretle gönderildim..” diyerek özel bir mana yüklemesi doğru değildir.

Böyle bir iddianın altında, işaret edilen, öne çıkan, herkesin hürmet ettiği seçilmiş bir kişi olma iddiası vardır ki, tasavvuf terbiyesine külliyen aykırıdır. Allah’ın veli kullarının kapısına gelenlere şefkatle yaklaşıp hepsinin gönlünü almaya çalışmalarını şahsi itibar aracı olarak kullanmak ahlâk dışıdır.

Bir diğer konu da mürşitle ilgili rüyaların gerçek hayatta olmuş gibi anlatılmasıdır. Bir rüyanın menkıbe gibi veya islâmî bir esas gibi anlatıldığı, hatta daha ileri gidip ona göre amel edilmeye çalışıldığı görülmüştür. Oysa rüyanın türlü şekilleri vardır ve gerçek bir olay değildir. Belki doğru şekilde tabir edilerek bir ibret vesilesi olabilir. Ama rüya ile amel edilmez.

Kimileri “rüya aleminde bana gösterildi ki falanca iş böyledir” der. Halbuki rüyada kayda değer bir şey görülmüş olunsa bile bunu abartılı yorumlarla ifşa etmekten kaçınmak gerekir. İslâm gerekli her şeyi göstermiş, izah etmiştir. Ayrıca rüya aranmaz. İnsan yapması gerekeni ilmihali açarak öğrenir, nereye çekilse oraya uzayacak rüyalarda kılavuzluk aranmaz.

Tasavvuf mu, fıkıh mı

Kimileri tasavvufu, farklı alanlarda araştırma yapan bazı alimlerin ulaştığı sonuç zanneder. Oysa mutasavvıf alimler bu anlamda doğruya ulaşmaya çalışmamışlardır. Çünkü doğru zaten bellidir. İslâm, Kitap ve Sünnet ile erbabınca bu iki ana kaynaktan çıkarılan hükümlerdir. Mutasavvıf alimler yeni bir hakikat değil, İslâm’ı yaşamanın, taklitten tahkike geçmenin yolunu bulmuşlardır. Bu anlamda fıkha yardımcı olmuşlardır.

Bu nedenle tasavvufun edep ve erkânı İslâm’ın emirlerinin önüne asla konulmaz. Sıralama bellidir. Önce farzlar, sonra vacipler, sonra müekked sünnet diye devam eder. Bu hükümler fıkıh alimlerinden öğrenilir ve tasavvuf yolunun insanın iç dünyasına sağladığı büyük destekle de kolaylıkla yerine getirilir. Tasavvufu tabulaştırmak maksadı aşar. Tasavvuf dini kuşatıcı değil din tarafından kuşatılandır ve yalnızca bir araçtır.

Zaten büyük mutasavvıfların çoğunun önce akaid ve fıkıh eğitimi alıp fakih olduklarını, sonra mutasavvıf kimliklerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Onlar fıkha böyle önem verirken bizim aksini düşünmemiz mümkün değildir. Velilerin İslâm’ı anlamamıza ve yaşamamıza sağladıkları katkının büyüklüğü tartışılamaz. Fakat hiçbir zaman “mutasavvıflar mı fakihler mi” diye bir karşılaştırmaya da gidilmez. Böyle bir kıyaslamanın tasavvuf geleneğinde yeri yoktur.

Salih insanlara ve velilere karşı hürmet gösterilir. Onların edebiyle edeplenilir, yollarında yürünür. Gaye birilerini yüceltmek değil, iman, ihlâs ve güzel ahlâkla Allah katında kıymet kazanmaktır.

Mezhep farklılıkları

Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de bir mürşide tabi olanların kendi mezheplerine göre amel etmeye devam etmeleridir. Mürşitle müridin mezhepleri farklı olabilir.

Mürşidinin mezhebi farklı diye müridin onu taklit etmesi doğru değildir. Çünkü tabi olunan mezhebe aykırı davranışta bulunmak yanlıştır. Bir diğer mezhebe tabi olunacak durumlar ve şartlar fıkıh ve ilmihal kitaplarında belirtilmiştir.

Yapılması gereken şey, kendi mezhebine dikkat ve özen göstererek tabi olmaktır. İbadetlerin nasıl yapılacağı, helal-haram sınırları mezheplerce belirtilmiştir. Herkes öncelikli olarak bunları öğrenir, namaz ve diğer ibadetlerini bildirildiği şekilde yerine getirmeye dikkat eder.

Her beşer gibi

Bu noktada velileri ayıran özellikleri hatırlamak gerekir. Onların diğer insanlardan en önemli farkı amel ve takvaca önde olmalarıdır. Onlar Allah’ın dostları dairesine girmişlerdir. Zaten bu yüzden biz onları rehber seçiyoruz, yollarını
takip ediyoruz.

Fakat onların da nihayetinde insan olduklarını ve her beşerin yaşadığı sorunları yaşayabileceklerini unutmamak gerekir. Onlar da yiyip içer, hastalanır, sevinir ve üzülürler. Herkes gibi hata ve kusurları da olabilir. Veliler olağandışı bir varlık gibi tahayyül edilmez.

Ariflerden Hucvirî k.s. Hazretleri şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Veliler peygamberler gibi değildir. Beşer icabı kusur işleyebilirler. Ancak kusurları imanı gideren, dinden çıkmayı gerektiren türden olmaz.Ayrıca kâmil veli, kusurda ısrar etmez, kusuru güzel görmez, hemen hakka döner.”

Mevlâna Halid Bağdadi k.s. Hazretleri de buyurur ki:

“Bilindiği gibi, veli olabilmek için bütünüyle masiyetten arınmış olmak şart değildir. Çünkü her insanın az veya çok bir kusuru ve günahı olabilir. Günahsızlık sıfatı sadece peygamberlere ait bir özelliktir. Velilikte günahsız olmanın şart olmadığına, sahabeden bazı kimselerin had cezasını gerektiren suç işlemeleri ve haklarında gerekli cezanın uygulanmış olması bir delil olarak zikredilebilir. Oysa sahabe-i kiramın en alt derecede olanları bile, velilerin en üst seviyede olanlarından daha üstündür.”

Sonuç olarak

İmam Rabbanî k.s. Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyamette dinin hükümlerinden sorulur, tasavvuftan sorulmaz. Ebedî hayatta azaptan kurtuluş bu hükümlerin yerine getirilmesine bağlıdır. Peygamberlerin gönderilmesinin gayesi de yalnızca kurtuluş çaresi olan bu hükümlerin bildirilmesidir. Kurtuluş peygamberlerin davet ettikleri dine uymakla olur.”

Tasavvuf yoluna girenlerin, bu uyarıyı dikkate almadıkları sürece tasavvuftan görecekleri bir fayda yoktur. İşin hakikatini bilerek bir mürşidin terbiyesini kabul etmek ise büyük faydalar sağlar. Kötülüklerden uzaklaşıp güzel bir ahlâka ulaşmak böylece mümkün olur.Şüphesiz ki selim bir kalbe sahip olmak da Allah Tealâ’nın nazarında çok kıymetlidir.

Bir mürşid-i kâmili rehber edinen kişi, teslimiyet noktasında tasavvufun edep ve erkânına uygun hareket etmelidir. Rehber edindiği veli zatın, azami düzeyde islâmî hususlara dikkat ettiğini bilmelidir. Kendisi de elinden geldiğince akaidini sağlam bir zemine oturtmalıdır. İlmihal dediğimiz ve öğrenilmesi farz olan bilgileri edinmelidir.

Şüphesiz ki bir yolu takip edebilmek için o yol hakkında bilgili olmak gerekir. Herkes alim olacak diye bir kaide yoktur, fakat içinde bulunduğu, ilgili olduğu konularda bilgi edinmesi şarttır. Zaten yukarıda bahsedilen yanlışların ortaya çıkışı da bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
Doğru bilginin kaynağı söylentiler, rüyalar, haller değil; alimlerimizin büyük bir hassasiyet ve emekle derleyip bize aktardıklarıdır. Allah Rasulü s.a.v. Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti.”

Ali SÖZER
Hak Yolunda Yanlış Adımlar

Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V)
Himmet
Mürşid ile Tevbeye Mecbur muyuz?
Seyda Hazretlerinin Bir Kerameti

Antika ve Porselen Tamiri | Antika Hastanesi

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu