Tasavvuf Sohbetleri

Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin tasavvuf anlayışı

Biz müridi dilersek cezbe, dilersek sülûk yoluyla terbiye ederiz. Bu bizim elimizdedir.

A. İrşâd Usûlü

Hoca Bahâeddin Nakşibend Hazretlerinin şu sözleri, müridlerinin tasavvufi eğitiminde izlediği yolu göstermesi açısından dikkat çekicidir:

“Biz müridi dilersek cezbe, dilersek sülûk yoluyla terbiye ederiz. Bu bizim elimizdedir. Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevi alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazifemiz o alâkaları temizlemektir. Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazifemiz tohum oluşturmaktır.”

Hoca Bahâeddin bir kişiyi ziyârete gittiğinde onun hâlini hatırını sorduktan sonra âile efrâdını, akrabâlarını, binek hayvanlarını, hatta tavuklarını bile sorar, böylece o kişinin gönlünü kazanmaya çalışırdı. Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, onu hazırlayanlara bizzat kendisi yemekten ikrâm ederdi.

İlgili Makaleler

Meşhur sözlerinden biri şudur: “Biz nihâyeti bidâyete dercediyoruz.”

Bununla tüm makamların nihâyeti (sonu) olan cezbe ve muhabbetin bu tarikatta başlangıçta ortaya çıktığını ifâde etmek istemişti. Hoca Bahâeddin Nakşibend Hazretleri bazen kendisine mürid olmak isteyenlerin samimiyetini imtihan ederdi. Bazen de mürid olduktan sonra dünya malına ve paraya karşı zaafı ve kalbi bağlılığı var mı diye kontrol ederdi.

Hoca Sekkâ-yı Semerkandi, Bahâeddin Nakşibend’e mürid olmak niyetiyle Semerkand’dan Buhara’ya doğru yola çıkmıştı. Semerkand’da yola çıkarken annesi ona dört dinar para vermişti. Hoca Sekkâ Buhara’ya Şâh-ı Nakşibend’in huzuruna gelip onun hizmetinde bulunmak istediğini söyleyince Bahâeddin Nakşibend âdeti olmadığı halde, “Bize dünyevi bir şey vermedikçe seni kabûl etmeyiz.” dedi.

Hoca Sekkâ kendisinin çok fakir ve beş parasız bir insan olduğunu ısrarla söyleyince Şâh-ı Nakşibend müridlerine, “Bunun gömleğinin cebinde annesinin verdiği dört dinar var, onu getirin.” diye emretti. Hoca Sekkâ bu durumu hayretle izlerken Hoca Bahaeddin Nakşibend o dinarları almayıp orada oynayan küçük çocuklara verilmesini istedi. Çocuklar paralarla ilgilenmeyip bir kenara fırlatıp attılar. Hoca Sekka’nın mahcûbiyeti bir kat daha artmış oldu.

Şâh-ı Nakşibend ona, “Cimrilik kadar kötü bir huy yoktur. Hak yoluna talebe olmanın yanında dört dinarın ne değeri var?” dediler ve sonra bu zâtı müridliğe kabul ettiler.

Şâh-ı Nakşibend’in müridlerinden biri şöyle anlatıyor: “Efendi Hazretlerine intisap etmiştim. Bir gün alım satım yaptığım dükkânıma teşrif buyurdular. O gün çok kazanç elde etmiştim.

Efendi Hazretleri, “Bugün ne kadar kazandın?” diye sordu. “Bilmiyorum, ama hepsi budur.” diyerek huzurlarına getirdim. Bir önlüğe koydular ve alıp götürdüler. Evime geldiğimde etraftan (âilem) bazı sözler söyleyip dedikodu yaptılar. Ben de bazen onlara muvâfakat ettim. Gece yarısı ansızın Efendi Hazretleri bir derviş ile o önlüğü tam olarak geri gönderdiler. Beni büyük bir mahcûbiyet ve sıkıntı sardı. Ama Efendi Hazretlerinin keremiyle sıkıntıdan kurtulup huzûra kavuştum.”

Bu menkıbelerden anlaşıldığına göre Hoca Bahâeddin Hazretleri, müridlerini dünya malına gönül vermeme konusunda eğitmek için bu şekilde davranmıştır. Ayrıca bazı müridlerinde kibir duygusu hissederse onu kırmak için müridin nefsine zor gelecek işleri emrederdi.

Rivâyete göre Alâeddin Attâr, Hoca Bahâeddin’e yeni mürid olduğu dönemde Bahâeddin Nakşibend Hazretleri ona pazara gidip elma satmasını emretmiş, Alâeddîn Attâr da bu işi yaparak nefsinin gururunu kırmış ve iyi bir derviş olmuştur. Zira Alâeddin Attâr hem zengin bir âileden geliyor, hem de medrese ilimleriyle meşgul olduğu için toplumda seçkin bir konumda bulunuyordu.

Bu konumun getirebileceği benlik duygusunu önlemek için şeyhi ona çarşıda satıcılık yapmasını söylemiş, o da bu emri yerine getirmişti. Ancak ağabeyi Hoca Şihâbeddîn ve kardeşi Hoca Mubârek bu durumdan rahatsız oldular. Varlıklı bir aile çocuğunun basit bir iş yapması onurlarına dokunduğu için Alâeddîn’i kınamaya başladılar. Bunu duyan Bahâeddin Nakşibend, Alâeddin Attâr’a, gidip kardeşlerinin dükkânının önünde elma satmasını söyledi.

Alâeddin tüm tenkidlere aldırmadan bunu da yaptı. Esâsen bütün bunlar onun tasavvufî eğitiminin birer parçasıydı. Bu şekilde Alâeddin Attâr hem ilmin verebileceği gururdan korunuyor, hem de “Kınayanın  kınamasından korkmayan.” (5/Mâide, 54) melâmet neş’esinde bir sûfî olarak yetiştiriliyordu.

B. Tasavvufî Görüşleri

1. İntisap

İntisap, bir şeyhe bağlanmak, mürid ve talebe olmak demektir. İntisap öncesi hazırlık döneminde şeyhin ve  mürîdin bazen istihâre yaptıkları yani bu işin hayırlı olup olmadığına dâir mânevî bir işâret bekledikleri  görülmektedir.

Yakûb Çerhî intisap etmek niyetiyle geldiği zaman Bahâeddin Nakşibend onu hemen mürîdliğe kabul etmemiş ve “Biz mânevî bir işâret olmadan kimseyi kabul edemeyiz, bakalım bu gece ne işâret gelecek.” diyerek istihâre yapacağını ifâde etmiş, ertesi sabah da mânen kabul yönünde işaret geldiğini müjdelemiştir.

İntisap öncesi mürîd adayına sorulan muhtemel sorulardan biri de işi ve mesleği idi. “Bizim yolumuzda hırka değil, hırfe (meslek) önemlidir.” diyen Hâcegân ve Nakşibendiyye şeyhlerinin başkalarına yük olmamaları için işsiz insanları mürîdliğe kabul etmedikleri bilinmektedir.

İlim tahsiline önem veren bazı Nakşibendî şeyhleri tasavvufî eğitime yönelmek için medrese eğitimini bırakmayı düşünen gençlere müsâade etmez, tahsilini bitirdikten sonra tasavvufa yönelmelerini veya ikisini birlikte yürütmelerini tavsiye ederlerdi.

Tasavvufî eğitim, farzların üzerine bazı nâfile ibâdet ve zikirler yaparak daha iyi bir kul olma çabası olduğuna göre bir şeyhe intisap edip mürîd olmak da tercihe bağlı bir nâfile olarak telakkî edilmelidir. Ancak zamanla mürşidin lüzûmuna fazla vurgu yapan bazı sûfîler intisap olmadan hiçbir ilerleme sağlanamayacağını öne sürmüşlerdir.

Böyle düşünen şeyhlerden biriyle Tirmiz’de karşılaşan Yakûb Çerhî ona itiraz etmiş ve “Bugün sizin için dininizi tamamladım.” (5/Mâide, 3) âyetini delil göstererek, Kur’ân ve sünnet ile amel ettikten sonra zâhirî bir şeyhe
intisap etmenin şart olmadığını söylemiş, sonra bu hâdiseyi şeyhi Bahâeddin Nakşibend’e anlatınca onun da bu düşünceyi beğenip desteklediğini görmüştür.

Rivâyete göre, Bahâeddin Nakşibend, kendisine intisap etmek isteyen, ancak kalbi bir çok dünyevî şeye takılı ve mizacı kaba olan bazı kimselere gidip bir kıza âşık olmalarını, onun aşkıyla letâfet (incelik) kazanıp diğer dünyevî alâkalardan sıyrıldıktan sonra gelmelerini söylerdi. Dünyevî bağları teke inen kişiyi ondan kurtarıp ilgisini Allah’a yöneltmenin daha kolay olduğunu düşünürdü.

2. Zikir

Hoca Bahâeddin Nakşibend Hazretleri şöyle buyururdu: “Zikir telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek  gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek mürîde aittir.”

Yine zikir hakkında şöyle derdi: “Zikirden maksad, Allah ve Lâilâle illallah demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebep olan asıl fâile, Allah’a) gitmek ve nîmetin müsebbibden geldiğini görmektir.” Ona göre zikrin hakîkatı, gaflet meydanından müşâhede fezâsına çıkmaktır.

Bahâeddin Nakşibend zikri sessiz (hafi) olarak yapar, müridlerine de bu usûlü tavsiye ederdi. Onun bu tercihi, medreselerin yoğun olduğu Buhara bölgesinde yüksek sesli zikre hoş bakmayan ve sessiz zikri uygun gören âlimleri de memnun etmiş, birçok âlim kendisine mürid olmuştur.

Hoca Bahâeddin Nakşibend Hazretleri hacca giderken, Horasan’da tanınmış âilelerden birine mensup bir şahsa evrâd verip zikir öğretmişti. Dönüşünde Hoca Hazretlerine, “Zikir ta’lîm eylediğiniz filân kişi dersini az yapdı. Zikir ile pek az meşgûl oldu.” dediler. “Zararı yok.” buyurdu ve ekledi, “Ama sorun bakalım, rüyâda bizi hiç görmüş mü?” Sordular. “Evet, gördüm.” dedi. Hoca Hazretleri, “Bu yeter.” buyurdu.

Bu sözlerinden anlaşılıyor ki, kimin bu azîzlere, yani bu yolun büyüklerine küçük bir gönül bağı varsa, sonunda onlara katılacağı, beraber olacağı, o bağ ve alâkasının, kurtuluşuna ve derecesinin yükselmesine sebep olacağı umulur.‛

X hesabımız

Başa dön tuşu