Kitap Tanıtımları

Risale-i Nur’da Tasavvuf

Risale-i Nur’da Tasavvuf

Kitabın muhtevasında, niyetim hastır, usul ve üslubundaki noksanlıkların affını dilerim.
Kitabın içinde anlatılacağı gibi, Risale-i Nur‘un kutsal dairesine, efendim, gözümün nuru mürşidim Hz. Gavs-ı Kasrevi Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni’nin (K.S)

-“Risale-i Nur oku, zira tasavvuf ilimsiz olmaz” emri ile girdim.

Kırk üç yıldır Risale-i Nur okumaktayım. Esefle belirtmeliyim ki cemaatler arası taassup ve enaniyet müşahede ediliyor. Bunları aklım ve kalbim kabul etmediği için bu küçük risaleyi ümmet-i Muhammed’in istifadelerine sunarak, tarafgirlik etmemeleri için ufacık bir hatırlatmada bulunmak istedim.

İlgili Makaleler

Risale-i Nur her ne kadar Kur’an-ı Kerim’in tefsiri ve tevili ise de bu hakikat ışığında, bin dört yüz senedir tasavvufa dair, mûcizi’l-beyan Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce ayet ve burhan vardır. Bu iki hakikat göz önünde tutulunca, gözümün nuru üstadımız Bediüzzaman’a (K.S) göre, benim meşrebim Hak’tır diyebiliriz, ama hak yalnız benim meşrebimdir diyemeyiz.
Bu durum muvahecesinde, bu iki ali nurani zümre, imanın inkişafı ve hakiki imanın ele geçirilmesi için birbirinden ebediyen ayrılmayan, Kur’an-ı Kerim’in iki bahçesi, iki meyvesi gibidir. İki gözümüzden hangisinin kör olmasına rıza gösteririz?

Gavs-ı Kasrevi hazretlerinin (K.S), “Tasavvuf ilimsiz olmaz, Risale-i Nur’u oku” emriyle, kitabın içinde teferruatı ile anlatılan rüyadaki, Gavs’ımızla beraber Kur’an-ı Kerim’in yağını yeme ve muhteşem bir zatın, “Kur’an’ın balını da yiyin” sözü hakkındaki rüyamız, yukarıda açıkladığımız hukukun en güzel şeklidir.

Aklıselimle düşünürsek yağı da Kur’an’ın malı, balı da Kur’an’ın malıdır. Dünyada hiçbir fert ve aile düşünemeyiz ki yağsız ve balsız bir hayat sürdürebilsin. Maksat aşikardır. Üstat Bediüzzaman (K.S) dinsizliğe karşı Kur’an’a sığınarak iman hakikatlerini şerhetmiştir.

Risale-i Nur’da Tasavvuf

Fahr-i Kainat S.A.V ve sahabesi ve sonra gelen evliya-i izam da mürşidler de yakin iman sahibi olmak ve kalbi selamet için, şeytanın ve nefsin firavuniyetini kırmak için, Kur’an’ın yağına sığınarak insanları hidayete ve necata ulaştırmışlardır.

Zaten mihraba dönen bir kimse bir tarafında medreseye (Risale-i Nur da medrese-i Kur’aniye’dir), mihrabın diğer tarafında mürşid-i kamillerin asa-yı Musa’sına tutunarak tekke ve zaviyelerde ıslah-ı nefis etmişler ve “Ekımussalah” emri ile hudû’ ve huşûyu koruyarak kalb-i selim ile Allah’ın divanına durmuşlardır.

Medresesiz ve tekkesiz din kemal bulmaz. Ümmet-i Muhammed de Hakk’ın divanına çıkmaya güç yetiremez. İman lisanı ile namazda haramdan, nefsin hevasından ve şeytanın iğvasından ancak gerçek zikir ile kurtulabilir.

Gerçek zikir ise nefsin tasfiyesi (çirkin sıfatlardan kurtulmak) ve kalbin itminanı ile (halis niyet, ihlas, marifet, muhalefet, yakin vb.) gerçekleştirilir. Yoksa namaz unutulanların hatırlanması, işlerin muhakemesi gibi boş işler meydanı olur. Namaz en mükemmel ibadet ve zikirdir. İhya 3. ciltte şöyle beyan edilmiştir: “Zira gerçek zikir, ancak kalbi takva ile tamir ettikten ve kalbi kötü sıfatlardan temizledikten sonra kalbe yerleşir.”

Üstat Bediüzzaman (K.S), Mektûbat isimli eserinin “Yirmi Dokuzuncu Mektub”unda, “Tarikat nedir?” sualine şöyle cevap veriyor:

“Tarikatın maksadı, marifet ve iman hakikatlerini geliştirmek olup, Hz. Muhammed’in S.A.V gölgesinde kalp ayağı ile ruhani bir seyrü sülük neticesinde iman ve Kur’an hakikatlerine mahzar olmaktır. Şu kainatta insan bütün yaratılmışların bir fihristesi olduğundan insanın kalbi binlerce alemin manevi haritası hükmündedir.

İnsanın kafasındaki dimağı hadsiz telsiz, telgraf ve telefonların santrali gibi, kainatın bir nevi manevi merkezi olduğunu gösteren hadsiz bilimler ve beşeri ilimler olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi kainatın hakikatlerinin mazharı, medarı ve çekirdeği olduğunu hesapsız ehl-i velayetin yazdığı milyonlarla nurani kitap göstermektedir. Bu seyrü sülûk-i kalbinin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri zikr-i ilahi ve tefekkürüdür.”

Mektûbat-ı Rabbani, “Elli Sekizinci Mektup”ta insanla Allah arasında yetmiş bin perde bulunduğu, bu perdeleri geçmek için tasavvuf berzahından geçmek lazım geldiği açıklanmaktadır.
Mesnevi-i Nuriye’de şu ifadeleri görüyoruz: “Ey aziz olan kimse bil. Kelime-i tevhidin tekrar ile zikrine devam etmek kalbi pek çok şeye bağlayan bağları kırmak içindir.

Nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği matluplardan yüzünü çevirmek içindir” ve “Ey aziz olan kimse bil. Tohum olacak bir habbenin kalbi, içi delindiği zaman bitki olarak sünbüllenmez, neşvü nema bulmaz. Ölür gider. İnsanın nefsi olan ene, enaniyetin kalbi Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşmaz. Allah’a isyan etmez.

O zikr-i ilahi sayesinde ene mahvolur gider. İşte Nakşibendiler, ittihaz ettikleri gizli zikir sayesinde kalbi fetheder. Ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeye, şeytanın emireri olan nefs-i emmarenin başını kırmaya muvaffak olur. Kadiriler açık zikirle tabiat taunlarını tarumar eder.

Ey aziz olan kimse bil. Zikreden adamın feyz-i ilahiyeyi celbeden muhtelif letaifleri vardır. Letaiflerin bir kısmı kalp ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı şuursuzdur. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hali değildir.” Bu ifadelere bakılırsa, üstadın tarikata karşı olduğu söylenebilir mi?

“İnsan, hayatın kargaşasından kurtulmak, teneffüs etmek için, ağır tekaliflerden bir derece her halde bir teselli, sığınacak bir istinatgah ister. Vahşeti izale edecek bir ünsiyet arar… İşte böylelerin hakiki tesellisi Allah’ın zikridir. Kendi kendine der: ‘Ben yalnız değilim. Vesveseye düşmem lüzumsuzdur. Allah benim imdadıma yetişir.’ İmanlı hayattan, insaflı, ünsiyetli zevk alır. Saadet-i ebediye manasında Allah’a lütfettiği için şükreder.”

“Velayet, bir hüccet-i risalet; tarikat, burhan-ı şeriattır.” Demek veli risaletin, tarikat da şeriatın bir kanadıdır. “İslamiyet’in sırrı kemali, medar-ı nuriyetidir. İşte bu sırr-ı azimi ehemmiyetiyle beraber bazı fırka-i dalle inkara gider.” Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e mensup bir kısım ehl-i siyaset ve gafil insanlar, ehl-i tarikatın içinde bazı kötü hareketleri görerek tarikatların hepsine düşman olurlar.

Oysa her meslek erbabı içinde kötüler olabilir. Bu hepsinin kötü olduğu manasına gelmez. Eşya da kusursuz olmaz. Bir kusur olsa bin hayır vardır. Cenab-ı Hak ahirette muhasebe-i amale bakar. Adalet-i rabbaniye hasenat ve seyyiatın muvazesine bakar. Hayır çoksa, şer, hayır sayılır. Şer çoksa, az bir hayır şer sayılır. Seyiat racih gelirse ceza verir; hasenet seyyiata galip gelirse cennet verir, müjde verir. Madem adalet-i ilahiyye böyle hükmeder, hakikat dahi bunu hak görür.

“Ehl-i dalaletin hücumu zamanında, ehl-i tarikat imanını muhafaza eder (Yani bir profesör, bir doçent imanını kurtaramaz da, samimi bir sûfi olan bir esnaf, bir bakkal imanını kurtarır). Adi bir samimi ehl-i tarik sûfi, zahiri bir mütefenninden imanını daha iyi korur.

O zevk-i tarikat vasıtasıyla, o muhabbet-i evliya ile imanını kurtarır. Şedid bir muhabbet, metin bir itikadla kutub bildiği şeyhine sımsıkı sarılır, onu hiçbir kuvvet çürütmez. Çürütmediği için onlardan itimadını kesmez. Tarikatta hissesi olmayan, kalbi harekete gelmeyen en muhakkik alim zat olsa şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşküldür.

Tarikat, İslamiyet’in bir kalesidir. Merkez-i hilafet olan İstanbul’da 550 senedir hıristiyan alemine karşı muhafaza ettiren tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvve-i imaniyeleri, marifet-i ilahiyeden gelen muhabbet-i ruhaniyeleri, cûş-u hurûşları Osmanlı’yı kurtarmıştır.”

Eserlerinde tarikat hakkında böyle ifadelere yer veren bir zatın tarikata karşı olması elbette düşünülemez.

Mehmet ILDIRAR ( Mehmet Yarbay )
Risale-i Nur’da Tasavvuf
Mürşid ile Tevbeye Mecbur muyuz?
Vird Ne Demektir?
Gavs Hazretlerinin Seceresi

Antika ve Porselen Tamiri | Antika Hastanesi

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu