Tasavvuf Sohbetleri

Samimiyet

Samimiyet, bir şeyi irade ve sevgiyle kabul etmektir. Gönülden istemek ve içten gelerek yapmaktır. Samimiyet, şüphesiz inanmak ve inancın edebini korumaktır. Samimiyet, her başarının anahtarıdır. İnsana dini de kazandırır, dünyayı da. İnandığını yapmayan, yaptığına inanmayan kimsede tad yoktur. İçinde samimiyet olmayan kimse huzurlu olamaz. İşinde samimi olmayan kimse başarıya ulaşamaz.

Bütün fetihlerin, keşiflerin, sanatların, ilerleme ve yükselmenin temelinde samimiyet vardır. Önündeki işe inanmayan kimse, onun çilesine sabredemez, sabredemeyen hedefine eremez.

Samimiyet, sabırla anlaşılır. İçinde samimi, işinde sabırlı olan insan, hedefine ulaşır.

İlgili Makaleler

Bir mümin için en büyük hedef, Yüce Rabbinin sevgisi ve rızasıdır. Bir insan için bundan öte bir saadet yoktur. Çünkü Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanan bir insan, dünyanın ve ahiretin şerefini elde etmiş, bitmeyen bir sevgi ve saadeti kazanmış olur. İşte bu iş için bütün müminlerden ilk önce istenen şey samimiyettir.

Din, samimiyettir

Rasulullah s.a.v. Efendimiz: “Din, bütünüyle samimiyetten ibarettir” buyurmuştur. Kendisine, “kime karşı samimiyet ve sadakat gösterilecek” diye sorulunca: “Allah’a, Kitabına, Rasülüne, müminlerin başındaki imamlarına ve bütün müminlere” (Buharî, Müslim) cevabını vermiştir.

İçteki samimiyete ihlâs denir. İhlâs, gönlü tek bir hedefe kilitlemek ve her işte Yüce Allah’ın rızasını niyet etmektir. Kalpteki samimiyetin dışa yansımasına da edep denir. Yüce Allah bütün müminlerden içte samimiyet, dışta edep istemektedir. Biz bir insanın Allah yolunda ne kadar samimi olduğunu edebi ve ameli ile anlarız. Herkes kendi içindeki ihlâsın ve Allah sevgisinin tadını ancak edebi kadar tadabilir.

Her yerde her zaman samimiyet

İman karışıklık istemez. İhlâs riyayı kabul etmez. Müminin ameli noksan da olsa, imanı sağlam olmalıdır. Ameldeki kusur bağışlanır, fakat ihlâs bozulmamalıdır. Yüce Allah’a iman ve itimat tam olmalıdır. İmanı samimi, fakat ameli sakat olana acınır, rahmet edilir, destek verilir. Yüce Allah, konuşunca hak söyleyen, hakkı tasdik eden, devamlı haktan yana olan kimselerin geçmiş kusurlarını bağışlayacağını ve onlara kendisinin yeteceğini müjdelemiştir. (Zümer, 33-36)

Dinimizde kalp esas alındığı için, bütün sonuçlar kalpteki niyet ve samimiyete göre şekillenmektedir. Bunun için peygamberler ve onların izini takip eden terbiyeciler, karşılarındaki insanın samimiyetine göre muamele ederler. Şu olayı bu gözle değerlendirelim. Ashaptan Abdullah İbnu Ömer r.a. anlatıyor:
Hz. Peygamber s.a.v.’in yanında bulunuyordum. O esnada Ben-i Hârise kabilesinden Harmele b. Zeyd el-Ensârî geldi. Allah Rasulü s.a.v.’in huzurunda oturdu ve eliyle diline işaret ederek:
– Ya Rasulallah! İman şu dilimde, fakat kalbimde nifak var. Kalbim Allah’ı çok az zikrediyor, dedi.
Allah Rasulü s.a.v. sükût buyurdular. Harmele sözünü tekrar etti. Allah Rasulü s.a.v. Harmele’nin dilinin ucundan tutarak:
– Allahım, buna doğru söyleyen bir dil, şükreden bir kalp ver. Ona benim sevgimi ve beni sevenlerin sevgisini ihsan et. Onun işinin sonunu hayırlı eyle, diye dua etti. Bunun üzerine Harmele:
– Ya Rasulallah! Benim kardeşlerim var, fakat münafıktırlar. Müminiz diyorlar fakat içlerinden inanmıyorlar. Ben onların reisiyim. Onların size gelmelerini söyleyeyim mi? diye sordu.
Rasulullah s.a.v. Efendimiz şu cevabı verdi:
– Kim senin gibi gelip samimiyetle durumunu bize arzederse, biz sana yaptığımız gibi onun için de Allah’tan affedilmesini isteriz. Kim günahında ısrar ederse, onun hakkında en güzel hükmü Allah verir. Biz kimsenin perdesini yırtıp bizden sakladığı günahını ortaya çıkarmaya çalışmayız. (Ebu Nuaym, Tabaranî, vd.)

Allah, kulundan dürüstlük bekler

Kâmil mürşidler de, manevi terbiyelerine girmek isteyenlerden bu samimiyeti ve açık sözlülüğü isterler. Onların görevi, Yüce Allah’ın nuruyla manevi terbiye ve temizliktir. Kalbini düşünen, imanını dert edinen, zayıflığını gidermek isteyen bir kimse samimi olmalıdır. Yoksa ömrü biter, dertleri bitmez.
Bir kudsi hadiste Yüce Allah, kendisi için yapılacak en sevimli kulluğun Yüce Zatına karşı samimiyet olduğunu haber vermiştir. (Ahmed, Deylemî, Suyutî)

Rasulullah s.a.v. Efendimiz: “İhlâsla amel yap, az da olsa sana yeter” buyurmuştur. (Hakim, Ebu Nuaym)
Herkes, karşısındaki insandan samimiyet bekler. Yüce Allah kulundan, Hz. Peygamber s.a.v. ümmetinden, mürşid müridinden, hoca talebesinden, koca ailesinden, hanım efendisinden, amir memurundan, idareciler halkından, halk idarecilerden, arkadaş arkadaştan; kısaca herkes birbirinden, önce samimiyet ister.
Dostların ameldeki kusurları affedilir, fakat niyetteki bozukluk dostluğu bozar. Kalbi, bozuk niyetlerden, kötü plânlardan, haince düşüncelerden ve hor bakışlardan temizlemeden, yani samimi bir tevbe etmeden, kimse imanın tadını tadamaz. Çünkü dinimiz her müminden herkese karşı samimiyet istiyor. Mümin, sevdiğini samimi olarak sevdiği gibi, kızdığı ve kızması gereken kimselere de samimi olarak kızmalı, haddini bilmeli, edebini korumalı; söz ve davranışlarında korkaklık, yağcılık ve iki yüzlülükten kurtulmalıdır.

Ne kadar samimiyiz?

Dua ile temenniyi karıştırmayalım. Dua, bir şeyin olmasını irade ve arzuyla isteyip onu elde etmek için lazım olanı yapmaktır. Temenni ise, bir şeyin olmasını arzulayıp kendiliğinden olmasını beklemektir. Temenni ile ne din ne dünya kazanılır.
Dua sadece dil ile değil; kalp ve hâl ile yapılmalıdır. Dilin istediğine kalp de katılmalıdır. Vücut, istenen şeye ulaşmak için gücü kadar bir adım atmalıdır. İnsan isteğinde samimi ve arzulu olmalıdır. Rasulullah s.a.v. Efendimiz: “İstediğinizin olmasına kesin inanarak Allah’tan isteyin. Şunu iyi bilin ki, Allah, ne istediğini bilmeyen gafil ve boş kalbin isteğini kabul etmez” uyarısını yapmıştır. (Tirmizî, Hakim)

Arifler der ki: Dünya işlerinize bakıp ahiret işlerinizde karar verin. Karnı aç ve bedeni hasta olan bir kimse, açlığını gidermek, hastalığını tedavi ettirmek için ne yapıyorsa, kalbi aç, ruhu hasta olan bir kimse de öyle yapmalıdır.
Karnı aç bir kimsenin açlığını fark etmesi, yemek yemesi gerektiğini bilmesi, hatta yemeği görmesi ve yemek yiyeni seyretmesi açlığını gidermez. Bu kadar bilgi ve görgü ona yetmez. Doymak için yemeğe ulaşmak ve bizzat yemek gerekir. Buna, “lazımı yapmak” denir. Bütün insanlar dünya işlerinde bunu bilirler ve ne lazım ise onu yaparlar.

Karnını doyurmak konusunda hiç kimse temenni ile yetinmez, “Allahım senin her şeye gücün yeter, sen beni doyur” deyip yerinde oturmaz, oturamaz. Herkes: “Çalışmadan olmaz, aramadan bulunmaz, beklemek karın doyurmaz” deyip, rızkı ile buluşmanın yollarını arar ve bulur. Halbuki bir insanın yiyeceği rızık bellidir, ilâhi garanti altındadır. Böyle ilâhi garanti altında olan bir şey için bile çalışmadan olmaz diye inanırken, bize garanti edilmeyen cennet için sırf temenni ile yetinmek doğru mudur? Hele cehenneme sebep olacak işlerin içinde iken cenneti arzulamak, şeytanla dostluk yapıp Allah muhabbetini beklemek, günahların içinde kemale ve Cemal’e ereceğini düşünmek tam bir aldanış ve şeytanın tuzağıdır.

Başkasının yediği yemek bizi doyurmadığı gibi, başkasının yaptığı zikir de bizim kalbimizi uyandırmaz. Karnımızı doyurmak için yemeği biz yemeliyiz; kalbimizi uyandırmak için zikri biz çekmeliyiz. Az da olsa bu işleri bizim yapmamız lazımdır. Diğer bütün ibadet ve hayırlarda da durum böyledir. Dua edip sonra tedbirini almak gerekir. Tedbirden sonra teslimiyet gelir. Biz elimizden geleni yaptıktan sonrasına karışamayız. Yüce Allah, isterse az amele çok karşılık verir. Dilerse kulun samimiyetine göre hesapsız verir.

Gavs-ı Sani k.s. Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: “Kalbin gıdası zikirdir. Günahlar ise, şeytanın gıdasıdır. Kalbini diriltmek ve beslemek isteyen kimse Yüce Allah’ın zikrini çok yapmalıdır. Günah işleyenler, kalplerini zayıflatıp şeytanı kuvvetlendirmiş olurlar. Şeytanı kuvvetli olanın dini zayıf olur. Onun için haramlardan uzak durmalıdır.”
Peygamberler ve salih insanlar samimi duanın nasıl yapılacağını bize öğretmişler, cenneti ve Cemal’i isteyenlere bunun yolunu göstermişlerdir. Yapılacak iş şöyle özetlenmiştir: İman, dua, gayret, sabır, teslimiyet, istiğfar ve Yüce Allah’ın rahmetine güvenmek.

Samimiyetin meyveleri

Bazı kullar az çalışır, çok kazanırlar. Bunun görünür sebebi kalpteki ihlâstır. İhlâs öyle bir şeydir ki, onun azı da çoktur. Allah için yapılan hiçbir amele az ve küçük denmez. Hangi amelin rahmeti çekeceğini ve kulun affına sebep olacağını kul bilemez. Yine, bir mümin için hangi günahın affedilmeyip onu azaba götüreceği de bilinmez. Bazen insanların basit gördüğü bir hayır, yapanın affına sebep olur. Bazen “ne var ki bunda!” denilip küçümsenen bir günah, onu yapanı azaba götürür. Bunun için elden geldiği kadar küçük-büyük ayırımı yapmadan, gücümüz neye yetiyorsa Allah için hayırlı işlere koşmalı; hiçbir kötülüğü de küçük görmeden terk etmeye çalışmalıdır.

Büyük ariflerden Ebu Talib el-Mekkî rh.a. şu hadiseyi naklediyor:
Hz. Musa a.s. zamanında bir adam vardı. Bu zat ikiyüz sene yaşadı. Bu süre içinde Yüce Allah’a karşı çok günah işledi. Adam ölünce, komşuları adamı ayağından tutup bir çöplüğe attılar. Yüce Allah o gece Hz. Musa’ya vahyederek, gidip o kul ile ilgilenmesini, yıkamasını, İsrailoğullları’nı toplayıp cenazesinde bulunmalarını ve ona dua etmelerini emretti. Hz. Musa a.s. sabah olunca hemen o mahalleye gitti, adamı atılan yerde buldu, İsrailoğullları’nı çağırdı, hepsi toplandı, emredildiği gibi yaptılar. Fakat bu zatı tanıyan bütün insanlar hayret içinde kaldılar. Onun bilinmeyen durumunu öğrenmek istediler, Hz. Musa’ya rica ettiler: “Biz bunu hiçbir hayrı olmayan çok kötü bir kul olarak bildik, tanıdık. Acaba bunun durumu ne idi, Yüce Rabbimiz’e sor!” dediler. Hz. Musa a.s.: “Ya Rabbi bunların sözlerini işittin” dedi. Yüce Allah şöyle vahyetti:
“Bu kulum insanların tanıdığı gibi ikiyüz senelik ömrünü kötü işlerle geçirmişti. Fakat bir gün Tevrat’ı açtı, orada Habibim Muhammed’in ismini gördü; hürmet için ismi öptü, gözlerinin üzerine koydu. Bu ameli hoşuma gitti, ona karşılık kendisini affettim.” (Kûtu’l-Kulûb, II, 163)

Gavs-ı Sani k.s. Hazretleri bir sohbetlerinde de şöyle buyurmuşlardı:

“Yüce Allah’ın rahmeti çok geniştir. O, bu rahmetini kullarına vermek istiyor, bunun için ufak bir bahane arıyor. Siz bu rahmete ermek için bir bahane bulun. Küçük-büyük demeden Allah rızası için önünüze gelen hayırlı işleri yapın. Önceki büyükler zamanında şöyle bir hadise anlatılır:
İbn-i Asfur diye birisi vardı. Bu zatın hayırlı ameli azdı. Bu zat bir gün bir kuşu yakalayıp onunla oynayan bir çocuk gördü. Çocuk kuşla oynuyor, oynarken de kuşa eziyet ediyordu. Bu zat, Allah rızası için şu kuşu çocuğun elinden kurtarayım, diye niyet etti. Biraz para çıkardı, çocuğa verdi. Çocuk parayı görünce kuşu ona verdi. İbn-i Asfur da kuşu salıp azat etti. Bu zat bir zaman sonra vefat etti. Bunun Allah dostlarından bir komşusu vardı. Bu veli bir gün onun kabrine gitti. Ona dua ve istiğfar etti. Sonra gözlerini yumdu, murakabeye girdi. Yüce Allah’tan onun kabirdeki halini göstermesini istedi. Yüce Allah onun kabir halini bu veliye gösterdi. Adam evliyalar gibi güzel bir haldeydi. Ona, “bu halin ne güzel, bunu nasıl elde ettin, sana ne muamele edildi” diye sordu. Adam: “Bu işe ben de şaşırdım fakat çok memnunum. Bana, sen bizim rızamız için gücün yetti bir kuşu azat ettin; biz de seni günahlarından azat edeceğiz, bizim de buna gücümüz yeter. Sen bizim rızamız için o çocuğu ve kuşu sevindirdiğin gibi, biz de seni sevindireceğiz, dendi ve işte bu güzel nimetler bana verildi” dedi.

Samimiyetle yapılan az bir amel nelere sebep oluyor. Bizler de Allah’ın rahmetine vesile olacak işlerle meşgul olalım ki, bu sonsuz rahmetten nasiplenelim inşaAllah.

Dr. Dilaver Selvi

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu