Bir tutam muhabbet
Çok Okunuyor

Hayat ve Kabristan

İki çocuk kovboyculuk oynuyormuş; biri yüksekçe bir duvarın üstüne çıkmış, diğeri aşağıdan elindeki değnek ile ateş etmiş.Yukarıdaki çocuk, “Ah! Vuruldum!” diyerek kendini aşağı bırakıvermiş. Maalesef, gerçekten de tepe üstü düşerek ölmüş.

Hayat ve Kabristan

Doğar doğmaz insanoğlu ölüme adımlıyor. İstese de istemese de.. Sadece insan değil ki, tüm mahlukatın, hayvanların, nebatatın ortak kaderi böyle. Hani ilk mektepte fen bilgisi dersinde öğretirlerdi, canlıların ortak özelliklerini sayardık: Tüm canlılar doğar, solunum yapar, büyür, ürer ve ölür.

Kendimce sayıyorum, doğdum, nefes alıyorum, büyüdüm, evlendim, çoğaldım.. Geriye ne kaldı? Aman Allahım, sadece o mu kaldı?! Paçalarım tutuşuyor.

Şakalar gerçek olursa

Çocukken ölüm sözcüğüne gülebiliyorduk. Ender de olsa bir cenazeye rastlasak, içimizden biri “Susun, ölü ölmüş!” diyor, diğeri ise; “Hadi oradan, hiç ölü ölür mü?” deyiverince korkudan gerilmiş sinirlerimiz boşalıveriyor ve istemeden de olsa gülüşüyorduk. Hatta daha küçük çocuklar ölümü “Cee! Eee!” gibi bir oyun zannederler.

İlgili Makaleler

İki çocuk kovboyculuk oynuyormuş; biri yüksekçe bir duvarın üstüne çıkmış, diğeri aşağıdan elindeki değnek ile ateş etmiş. Duvarın üzerindeki çocuk, “Ah! Vuruldum!” diyerek kendini aşağı bırakıvermiş. Ve maalesef, gerçekten de tepe üstü düşerek ölmüş. Yakınları için çok acı ama onun için sadece bir oyun!

Çocuklar hep büyümek ister ama büyük insanlar da çocukluğunu arar. Ne büyümemek mümkün, ne de geriye dönebilmek. O halde hayatın hakkını vermek gerek.

Nereden gönderildik, niçin varız ve istikamet nereye? Bu üç büyük soru insanlık karmaşasının temel kaynağını oluşturuyor. İkiye ayrılmış gibiyiz; bir kısmı bu soruları hiç hatırdan çıkarmayarak panik içinde, bir kısmı ise bu soruları aklına getirmemek için panik içinde… Hiç koşuşturmayan, boş duran var mı?

Sahi, bu telaş içinde şu sevdiğimiz insanlar nereye gittiler? Oysa onlar da bizim gibi bilinçli ya da bilinçsiz koşuşturup duruyorlardı. Bizden ayrılıverdiler. Zaman hızla ilerliyor, onları özlüyoruz, peki ama nasıl görüşeceğiz? İmkansız mı? Buluşmamız belki rüyalara mı kaldı? Bana böyle şeyler söylemeyin!

Yürek ferahlatan hikâye

Bir tasavvuf kitabında bir kuşun hikâyesini okuduğumda hamd deryasından bir ferah esinti yüreğimin hararetini serinletmişti. Böyle masallar da olmasa, insana hayatın gerçeğini kim anlatabilir, divaneleri kim avutabilir? Ama bu bildiğimiz masallardan değil, bize bu hikâyede asıl gerçek anlatılıyor:

Eski zamanda zengin bir tacir varmış. Konağında hizmetçilerin, cariyelerin yanı sıra bir de tûti kuşu yani papağanı varmış. Tacir, ticaret için Hindistan’a gitmeye niyetlenmiş. Evinde bulunan tüm maiyetine kendisinden ne getirmesini istediklerini sormuş. Çünkü çok cömert bir adammış. Bu arada kafesteki papağanını da unutmayıp, bir isteğinin olup olmadığını sormuş. Tûti de şu cevabı vermiş:

“Senden bir şey istemem. Sadece Hint tûtilerine benim halimi arzeyle. Onlara senin evinde bir kafeste hapis olduğumu söyle. De ki: Ey papağanlar; siz bu güzel ormanda yeşillikler içinde özgürce ağaçlara konmakta, gönlünüzün arzu ettiği gibi uçup, eşlerinizle muhabbet içinde oynamaktasınız. Ama sizden birini evimde kafese kapattım, o benim esirimdir…”

Gerçekten de tacir Hindistan’da bir ormandan geçerken ağaçlara konmuş tûtilere rastlar. Durup onlara kendi tûtisinin selamını söyleyerek:

“Siz burada istediğiniz gibi uçuşmaktasınız, oysa sizden biri benim evimde hapis.” der.

Bu sözü duyan papağanlardan biri aniden kendini daldan aşağı bırakır, tıpkı ölmüş gibi yere yatar.

Tacir seyahatini tamamlayıp evine geldiğinde gördüklerini kendi tûtisine anlatır. Tûti sahibinin söylediklerini duyar duymaz, birden hareketsiz kalır ve öylece ölü gibi yatar. Tacir de tûtisinin üzüntüden öldüğünü zannederek kafesin kapağını açar ve o anda kuş uçuverir, özgürlüğüne kavuşur.

Bu masal ve misalde kafes dünya hayatını; kafesteki kuş ise bedene hapsolmuş ruhu temsil etmektedir. Güzel, yemyeşil ormanlar ruhların aslî vatanını, orada uçuşan kuşlar ise mücerret ruhları sembolize etmektedir. Bunlardan biri de kafesteki kuşun mürşidinin ruhudur ki, daldan düşüp ölü taklidi yapmakla, müridi olan tûtiye esaretten kurtulmanın yolunu şifrelemiştir. Kafesteki kuş da bu mesajı alır almaz, tıpkı mürşidi gibi yaparak kafesten kurtulmaya muvaffak olmuştur..

Bu tûti kıssasından aldığım hisse ile artık kabristanlara bakış açım değişiverdi, yokluk kapısı zannettiğim bu yerler, ebedi hayatın ilk kapısı manasını kazandı. Ah, ben de bir tûti kadar iyi bir taklitçi olabilsem! Rehberimi layıkıyla taklit edebilsem…

Ateş düştüğü yeri yakar

“Gelin girmedik hane olurmuş da, ölüm girmedik hane olmazmış.”

Gazeteden okuması, televizyondan bakması, dile söylemesi kolay! Ölüm bazen insanın zihninde sadece bir haber olarak yer ediyor. Kefeni kendi üzerimizde prova etmek nefse çok ağır, içimden hemen gözlerimi açıvermek geliyor! Ve merak ediyorum, şu dünyada kaza namazı olmayanlar da ölümden korkarlar mı?

Bazı durumlarda “Cesaret cehalettendir.” deyiminin çok yerinde söylendiğini düşünürüm. Öyle vurdumduymaz yaşayanlar var ki, insan onlara baktıkça ne hissedeceğini bilemiyor; acıyalım mı, kızalım mı? Anlatmak istesen seni dinlemezler. Gerçekten de kalpleri mühürlenmiş gibi… “Doğanın kanunu” ile izah ediverirler. Hayatın öncesi ve sonrası diye bir şey yokmuş!

İnançlı olduğunu söyleyen birçok kimse de, ne tezattır ki, hayatını inancının çerçevesinde şekillendirip yaşamayı önemsiz görüyor; hiçbir kıpırtı yok! Kalplerimiz en iyi beyazlatıcılarla yıkanabiliyormuş gibi “kalp temizliği” en ön planda vurgulanıp, dinî anlayışın merkezine konuluyor. Her haramı işleyip, “Kalbim temiz!” demekle kişi kimi kandırmış oluyor?

Şehirlerin iki yüzü

Seyahatler esnasında gittiğim şehir ya da beldelerin, köylerin iki yüzü olduğu dikkatimi çeker. Birisi şehrin kendisi, diğeri de mezarlığı… Kabristanlar hep ölümün bizden uzak durmasını istermişçesine yerleşim yerlerinin dışına kurulmuşlardır. Ne ibret-i alemdir ki, yollar da hem şehre hem de kabristana uğruyor. Düşünüyorum, hayattakiler ne alemdeler, ölmüş olanlar ne alemdeler?

İnsan ölüme tanık ola ola, zamanla ya kabristanlarla barışık oluyor ya da ölenlerin özlemiyle dizlerinin bağı çözülüp kabristanlara ayak basamıyor. Yadırgamamak lazım… Sevdiği insanın ölüsüne bakmayan, hayattaki halini hafızasında saklamak isteyenlerin sayısı da bir hayli fazla. Aslında ölüm bizi rahatsız ettiği için böyle.

Üçünde, yedisinde, kırkında bir takım geleneksel seremonilerle son görevlerimizi yapıp, kendi hissemize ibret devşirmeden sayfayı kapatıyoruz. İnanın, ölümü konu alan ilâhileri dinlemeye tahammül edemeyenlere bile rastlanıyor.

Kabristanlar ne güzel beldeler! Sessiz, sakin, yeşillikler içinde, her mevsim başka güzel! Yaşadıkça en sevdiğimiz insanlar bir bir oraya göç ediyorsa, demek ki mezarlıklar ürpererek ya da kem gözle bakılacak yerler değil. Yeşil ve beyaz muazzam bir uyum içinde, insana dünyadan başka bir diyarın varlığını fısıldıyor.

Korkmaya hiç lüzum yok. Adabınca ziyaret ederseniz çarpılma filan da olmaz. Ölümü iliklerinize kadar hissedip sarsılırsanız, çarpıldım zannetmeyiniz!

Bir gün kavuşuruz

Kabir ziyareti yaparken bir şey dikkatimi çekti: O yakınımı hayatımın hangi çağında kaybetti isem, elimde olmadan o yaşlarımdaki haleti ruhiyeye bürünüp, yeniden yaşıyor gibi oluyorum. Senden sonra şu dünyada daha neler neler oldu, neler yaşadık, sen orada neler yaşıyorsun, diye içimden konuşasım geliyor. Hayatı çok seviyorum, ama onların yanından ayrılırken, onları veya belki de kendimi bir çocuk gibi teselli edip, “Merak etmeyin, günün birinde ben de yanınıza geleceğim..” demekten kendimi alamıyorum.

Ahirete giden sevdiklerimin sayısı bir bir çoğaldıkça, her memlekete ziyarete gidişimde önce kabristana uğramayı istiyorum. Onları hiçbir şekilde göremeyeceğimi bile bile, içimdeki özlemi susturmak için, onları ve ölümü unutmadığımı kendi kendime hatırlatmak için bu ziyaretlere ihtiyacım var. Yaşayanlarla yedi yıl sonra da olsa elbet kavuşmak mümkün.

Kabristan ların da kendine özgü, gerçekten insana sükûnet ve huzur veren bir havası var. Şehrin öteki yüzüne böyle bakabilmek bize çok şey kazandırır. Sevdiklerimizi “dostun hayaliyle” gezmek de işin bir başka güzel yönü.

Hayatta daha neler olacak, “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler..”

Ayşe İZCİ

Facebook sayfamız Twitter sayfamız

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu