Semerkand Dergisi
Çok Okunuyor

Onun yolunda ilk adım kendini bilmek

Ruhun doyması sadece aklen değil, kalben de doymayı gerektirir.

Kendini bilmek

İnsanoğlunun, Allah’ın halifesi sıfatıyla mukaddes emaneti taşıma çerçevesinde asli ve değişmez gayesi, Hakk’a marifet kesbetmek, ibadet ve itaat etmek; kısaca kul olmaktır.

Alemler bu yüce gayenin gereği olarak insanın emrine musahhar kılınmıştır. Ademoğlunun şerefinin muhafazası da, bu gayeye bağlı kalıp ısrar etmesine bağlıdır.

Mevlâmız bir kudsi hadiste, “ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim” buyurmuştur. Allah-u Tealâ’yı bilmenin yolu ise, nefsin bilinmesinden, tanınmasından geçer. Kulluğun zirvesi, nefsin tezkiyesi, Rabbi ile insan arasındaki bütün engellerin ve perdelerin kalkmasıdır.

İnsanoğlu ister inansın ister inanmasın, bütün bir hayatı bu ana gaye sayesinde anlam kazanır. İnanan, kulluk yolunu benimseyen kişi, takdim edilen plân-programa uyarak, gitgide mesafeyi kısaltır, yönünü zirveye doğru çevirir.

İnandıktan sonra, kulluğun reçetesi olan ibadete yönelmek zaruridir. İbadetin de son durağı veya en mükemmel şekli zikirdir. Daha doğrusu zikir, ibadetin özü, mayasıdır.

İnsanoğlu, binbir düşünceyi, çelişkileri içinde barındırdığından, bazen ruh aleminde fırtınalar eser, bazen durgun bir okyanus olur.

Kişi, inandığı hakikatler doğrultusunda aklını doyursa, tatmin etse bile, ruhundaki boşluğu dolduramayacaktır. Zira ruhun doyması sadece aklen değil, kalben de doymayı gerektirir.

Kalbler ise “ancak Allah’ın zikriyle itminan bulur” (Raad, 28). Yani ancak Rabbi’nin zikriyle tatmin olur. Zikir kulu Mevlâ’sına yaklaştırır. Kulu yaratan, onun kalbini kendisini zikretmekle mutmain olacak şekilde yaratmıştır. Kalp nazaragâh-ı ilâhidir.

İnsanın kendisini bilmesi, gayesini, yani “Rabbi’ni bilmesi” yolunda bir anahtar ve ilk adım hükmündedir. Çünkü Rabbül Alemin’in bütün sanat ve kudretinin incelikleri insanda mevcuttur. Bu sanatı ve incelikleri tanıyan, sanatkârın vasıflarındaki mükemmelliği, harikulâdeliği anlar ve gizleyemez.

Zikir, müstakil bir ibadet olması yanında bütün ibadetlerin de özüdür. Zikrin genel manası Allah’ı hatırlamak, O’nu dil, kalp ve azalarla anmak, şanına layık biçimde O’nu yüceltmektir.

Evet; Allah’u Tealâ kalblere nazar eder, oraya bakar. Zengin-fakir, güzel-çirkin herhangi bir ayrım bu gerçeği değiştirmez. Zira Mevlâ’ya yakınlık için çalışan, beden değil kalptir.

Rabbimiz’in kalbimize rahmetiyle nazar etmesi için bizim O’nu zikretmemiz gerekir. O, bir ayet-i celilede şöyle buyurur: “Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 152)

Rabbi’nin kalbine nazara ettiği kişi, O’na dost olmak için sağlam bir adım atmış olur. Allah’a dost olana ise dünya düşman olsa bir zarar veremez.

Kişinin Rabbi’ne ulaşması, mutluluğun da zirvesidir. Zirveye ulaşmada en büyük engel ise kişinin nefsidir. Allah’a ulaşmak için sermayemiz olan kalbimiz, kirletilmiş, günah ve isyanlarla karartılmış bir cevherdir. Ne zaman kirler temizlenir, cevher ortaya çıkarsa, o zaman kalp ilâhi hakikatlere ayna olmaya, böylece Lâtife’ler asli vatanlarına dönüşe başlarlar.

Beden ülkemizde nefs-i hayvani ile ruh-i insani arasında devamlı bir mücadele vardır. Ruhu ve kalbi nefis düşmanının karşısında askersiz ve silahsız bırakmamak gerekir. İşte zikir, nefs düşmanına karşı ruhun askerlerinin silahıdır, hasta kalplere devadır. Madem ki kalplerimiz hasta, öyleyse hemen ilaca sarılmamız, yani zikir ehli olmamız gerekir.

Zikir, imanı kalbe indirmenin; hakka’l-yakîn imanı elde etmenin yoludur. Aksi taktirde hakiki imanı elde etmek mümkün olmaz.

İbadet ve taatle arzulanan gayeye, şüphesiz ki ferdi gayret ve çaba ile erişilebilir. Fakat unutulmamalıdır ki, bu gayeye ulaşmada yardımcı unsurlara ihtiyaç vardır.

Kişinin kendisine tarif edilen virdlerini her gün yapmasının yanında cemaatle birlikte olması, ulvi gayesi bakımından kaçınılmaz bir unsurdur. Dikkat edilirse, Müberra Dinimiz, çok önemli hikmetlere mebni olarak birçok ibadetin cemaat halinde icra edilmesini emreder. Böylece fert ve toplum dengesinin en mükemmel şekilde gerçekleşmesini hedefler.

Mücella Dinimiz’in cemaate, birlik-beraberliğe, bütünlüğe verdiği önemin, feyz, aşk, vecd, huşu ortamı olan zikir ibadetinde de ifade bulduğunu görürüz. Rasul-i Kibriya s.a.v. Efendimiz, “hiç bir cemaat yoktur ki, Allah’ı zikre otursun da, rahmet onları bürümesin; üzerlerine sekinet inmesin ve Allah onları katındaki melekler yanında anmasın” buyuruyor.

Diğer taraftan, insanoğlunun hem fıtrî bir meyli, hem de hayatî bir zarureti olan toplum olarak yaşamanın, nimetleriyle birlikte yükümlülükleri de vardır. Bunların bilinmesi, gereğinin de yapılması gerekir.

Haklar ve hudutlar iyi belirlenmelidir. Aksi takdirde toplum içinde hayat çekilmez bir çile halini alır. Toplumlar tıpkı bir bina gibidir. Fertler o binanın taşları, birbirini tamamlayan unsurlarıdır. Bir binanın temelleri ne kadar sağlamsa, o binanın geleceğinin de o derece sağlam olacağı unutulmamalıdır. O halde cemaatlerin tutum ve davranışlarını ilâhi ve nebevî ölçüler belirlemelidir. Nefsaniyetin kendine yer bulduğu ölçüde cemaat bünyesinin zayıflayacağı gözden kaçırılmamalıdır.

İslâm’ın toplum içinde kargaşayı önlemeye matuf mühim tedbirlerinden biri, cemiyetin fertlerini birlik ve beraberlik içinde olmaya ısrarla teşvik etmesidir. Bir başka deyişle cemaatleşmeye; ibadetlerde ve bilhassa namazda teşkil edilen cemaatten ziyade, genel manada müslümanlar içindeki birlik ve beraberliğe önem verir. Müşterek inanç ve ortak değerlere sahip olmaktan kaynaklanan, karşılıklı sevgi ve saygıdan beslenen, kuvvetlenen birliğe, kaynaşmaya büyük önem verir.

Mevlâmız, bu birliğin hep birlikte Allah’ın ipine sarılmakla hasıl olacağını haber verir: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp dağılmayın.” (Âl-i İmran, 103)

İşte ayet ve hadisler cemaate böylesine davet ederken, diğer taraftan da nifak ve ihtilaf çıkaranları lanetlemiştir: “Kim cemaatten ayrılır ve o halde ölürse cahiliye ölümü ile ölür.”

Şurası iyice bilinmelidir ki, toplumda vukua gelecek bir çatlama, kopukluk, sonra kapanması mümkün olmayacak yaralar açabilir. Mücella Dinimizin ihtilaf, nifak, fitne, fesat gibi türlü tabirlerle ifade edip, şiddetle yasakladığı şey işte budur.

Özellikle taassup ve tefrika… Bir arada muhabbetle yaşamanın, apaydınlık ufuklara omuz omuza yürümenin iki büyük düşmanı… Bu iki düşmanın tuzağına düşürecek her türlü davranıştan kaçınmak hepimizin vazifesidir.

Allah’ın selamı, rahmeti üzerinize olsun.

Muhammed Saki ElHüseyni

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu